eveet, düğünler serimizin sonuna geliyoruz artıkın. gerçi daha anlatılacak bir sürü şey kaldı ama, çok da hakim olmadığım konular var. ( satuv, iy cayma, tokuz, cavşu, bıliş, kelın alma detayları vs.vs.)
genellikle cumartesi günü ve gecesi köyevinde yapılan eğlencelerden sonra pazar günü olay sonlanırdı. son gece içip içip dağıtan köy delikalılarının kendilerini toplarlaması o gün epey uzun sürerdi doğal olarak. bununla birlikte, kız evi-erkak evi olması dolayısıyla farklılıklar yaşansa da, düğün evi gene hareketli olurdu.
önceki gecenin ( hele bir de büyük kavga çıkmışsa ) dedikoduları ile birlikte gelin alma/verme seremonisi hazırlıkları yapılırdı.
Erkek tarafında gelin arabası olarak belirlenen arabanın yıkanması süslenmesi işi ( şimdiki gibi çiçekçiye götür de süslesin zamanları değildi) araba sahibi ya da damadın yakın çevresi tarafından belirlenirdi. gelin almaya gidecek arabalar hazırlanır, rota belirlenir ve (kararlaştırılan saatten daima daha geç olarak) yola çıkılırdı. gelin başka köydense köy girişine yakın bir yerde karşı köy delikanlıları konvoyu durdurur ve "tokuz" adı altında genellikle rakı ( para olurmuydu bilmiyorum, o olayda hiç olmadım) alırlardı. sonrasında gelin arabası köye ve gelin evinin azbarına girer, damatla birlikte dayı/amcalardan biri veya birkaçı içeri girmeye çalışırdı. bu sırada "adet görme" adı altında ayakbastı parası alınırdı erkek tarafından. ( bizim oraların adetleri hep damadı soymaya yönelik, gereksiz bir savurganlık içeren geleneklerdi diye düşünüyorum şimdi)
neyse, ağlama seansı ve edilen dualar sonrasında gelin arabaya bindirilir, geride gözüyaşlı ana-baba bırakılarak erkek tarafının çoğunlukta olduğu güruhla birlikte Polatlı'ya doğru hareket edilirdi. arada bir yerde, bu defa da erkek tarafının delikanlıları da konvoyu durdurup çember vs gibi şeyler alırlardı. polatlı'da film çekimi ve kuaför ( belki de önce oluyordu) aşamaları da geçtikten sonra ( ki buralarda da tüm harcamalar damat tarafından karşılanırdı) Polatlı Belediyesi düğün salonuna gidilirdi. orada ya direkt nikah kıyılırdı, ya da "salon toy" dediğimiz tadından yenmeyen ve güzel yurdumun hemen her tarafında benzer klişelerle dolu olarak gerçekleştirilen sıcak yaz günü eğlencesi gerçekleştirilirdi.
sonraki post salon toy!
29 Aralık 2009 Salı
22 Aralık 2009 Salı
16 Aralık 2009 Çarşamba
düğünler - 8 ( şırak / koraz / sıpra )
kız düğünlerinde konak eğlencelerinin son gecesinde "koraz telleme" olurdu yamulmuyorsam. ( buraları tamammen hayalide uydurmuş olabilirim ) kesilip temizlenmiş bir horoz renkli kağıtlarla süslenip tepsi içine yerleştirilir, kızlar da kıdem sırasına göre tepsiyi alıp oynarlardı.
benzer bir atraksiyon da "meclis" akşamında yaşanır; renkli kağıtlarla bir tür fener yapılırdı. ( çocukluğumun sisli puslu anılarında, ahırlıkuyu'daki bir düğünde ismet dayımın ağzında sigarası, bir elinde rakısı ile çok güzel bir "şırak" yaptığını hatırlıyorum. buradan, rahmetli "Süslü İsmet'e" bir selam çakalım, varlığıyla düğünlere kattığı tüm güzellikler için) Gecenin epey bir saatinde, köy evinin "azbarında", içkinini ayarını epey kaçırmış meclis elemanlarının çalgıcıların yanık nağmeleri eşliğinde şırakla beraber oynamaları adettendi. "Şırak" olmadığı zamanlarda da "sıpra" çıkarılır; orta boy tepsi içinde bir iki tabak ve bir kaç rakı bardağı ortaya çıkıp oynayan erkeklerin elinde yükselirdi.
gecenin o vakti çoluk çocuk epey bir adam toplanır, ortada oynayanları seyrederlerdi. ortada oynayan elemanlara "çember" türü kenarları el emeği göz nuru ile işlenmiş "marama"lar bağlanırdı. rakıyı fazla kaçırmış elemanın koluna takılan yeşil çemberin rengini algılayamayıp "ille de yeşil olsun" tadında itirazları gecenin ince tatları arasında yer alırdı. bu arada oyunun en melodik anında birisi "şuvv" aytar, eğlenceye neşe katardı. ortada oynayan elemanlara yapıştırılan paralar çalgıcıların ekip şefinin önündeki çantada toplanırdı.
gene yanlış hatırlıyor olabilirim ama, ortada oynayan elemanın kayda değer bir "dans performansı" sergilemesi "bilmemkımın ulu bir oyun töşedi!" şeklinde ifade edilirdi.
Heyhaaat, kalmadı o güzel günler artıkın !!!
benzer bir atraksiyon da "meclis" akşamında yaşanır; renkli kağıtlarla bir tür fener yapılırdı. ( çocukluğumun sisli puslu anılarında, ahırlıkuyu'daki bir düğünde ismet dayımın ağzında sigarası, bir elinde rakısı ile çok güzel bir "şırak" yaptığını hatırlıyorum. buradan, rahmetli "Süslü İsmet'e" bir selam çakalım, varlığıyla düğünlere kattığı tüm güzellikler için) Gecenin epey bir saatinde, köy evinin "azbarında", içkinini ayarını epey kaçırmış meclis elemanlarının çalgıcıların yanık nağmeleri eşliğinde şırakla beraber oynamaları adettendi. "Şırak" olmadığı zamanlarda da "sıpra" çıkarılır; orta boy tepsi içinde bir iki tabak ve bir kaç rakı bardağı ortaya çıkıp oynayan erkeklerin elinde yükselirdi.
gecenin o vakti çoluk çocuk epey bir adam toplanır, ortada oynayanları seyrederlerdi. ortada oynayan elemanlara "çember" türü kenarları el emeği göz nuru ile işlenmiş "marama"lar bağlanırdı. rakıyı fazla kaçırmış elemanın koluna takılan yeşil çemberin rengini algılayamayıp "ille de yeşil olsun" tadında itirazları gecenin ince tatları arasında yer alırdı. bu arada oyunun en melodik anında birisi "şuvv" aytar, eğlenceye neşe katardı. ortada oynayan elemanlara yapıştırılan paralar çalgıcıların ekip şefinin önündeki çantada toplanırdı.
gene yanlış hatırlıyor olabilirim ama, ortada oynayan elemanın kayda değer bir "dans performansı" sergilemesi "bilmemkımın ulu bir oyun töşedi!" şeklinde ifade edilirdi.
Heyhaaat, kalmadı o güzel günler artıkın !!!
11 Aralık 2009 Cuma
hoşgeldin cansu bebek
10 Aralık 2009 Perşembe
düğünler - 7 ( meclis -1 )
Galiba hep kız düğünlerini yazdın hatırladığım kadarıyla... daha keyifli olan ve uzun süren erkek düğünleri olurdu aslında. hele bir de "işkı barsa" içki her ihtimalde olurdu da, ev sahibinin sofra kurup yaş gruplarına göre adamları davet etmesi daha bir görkemli olurdu. böyle düğünlerde kavga çıkma olasılığı fiğerlerine göre kat kat daha fazlaydı, şişede durduğu gibi durmuyor güzelim içki.
neyse; okul masalarının üzerine serilen beyaz kağıtlar, sıra sıra yerleştirilen rakı kadehleri, o caanım peynirler, salatalar, vs.vs. Hepsi akşamın bir saatinde gelip yemeye içmeye başlayacak adamlar için hazırlanırdı. akşam olup içerisi kalabalıklaştımı "meclis" seçimleri yapılır, o güzel insanlar o yüce mevkilere seçilirlerdi:
Kartagası, sağ bey, sol bey, alaybey, kürekeci bey,kapıcı bey ( lütfen eksik/yanlış hatırlıyorsam düzeltin)
sonrasında yeme içme başlar, sohbet,muhabbet gecenin ilerleyen saatlerine uzardı. "kıyev kısesi" adı verilen; damada aktkı amaçlı para toplanması faaliyeti gerçekleştirilirdi bir ara. sonrasında da, düğün sahibinin içki masrafını azaltmak adına geliştirilen o muhteşem geleneğe sıra gelirdi:
Soyundurma!
masadakilerden biri bir arkadaşı için sudan bir sebeple şikayette bulunurdu şu sözlerle:
-Kartagası, sağ bey, sol bey, kapıcı bey, kürekeci bey, alay bey, meclisiniz cümleten kayırlı bolsun!
- Alla razı bossun!
- Mırat arkadaşımdan bir şıkayetim bar! penerin en maylı kısmı ep o aşay!
- Soyundurun!
buna benzer diyaloglar sonrasında soyundurulan elamanın cezası kesilir, ya bir 70 lik ya da tavuk benzeri bir yiyecekle geri dönene kadar saatine falan el konulurdu. böyle akşamlar öncesinde, düğüne gelenler zaaten hazırlıklı gelir; arabanın bagajından ya da sağlam bir yere sakladığı zulasından rakıyı kapıp gelirdi. tavuk istenenlerse köyde gözlerine kestirdikleri bir kümese girip işi halletmeye çalışırlardı. ( aslında eskiden böyleymiş, benim zamanlarımda tavuk olayını da yanında getirmeye başlamıştı elemanlar) gelen tavuklar "aşgana"daki kadınlara teslim edilir, yarım yamalak pişirildikten sonra da meclise takdim edilirdi. (bu gece ile ilgili küçük bir detay da soyundurulan elemanların hazırlıksız yakalanmaları durumunda rakıyı düğün sahibinden satın aldıkları da olurdu)
bugünlük bu kadar, müsaade edin bu yazdıklarımın üstüne bir kadeh rakı içeyim bu gece. aklımda eski zaman şarkıları, çok zamandır görmediğim dostlar / başka bir boyutta göreceğim büyükler eşlik etsin bana.
neyse; okul masalarının üzerine serilen beyaz kağıtlar, sıra sıra yerleştirilen rakı kadehleri, o caanım peynirler, salatalar, vs.vs. Hepsi akşamın bir saatinde gelip yemeye içmeye başlayacak adamlar için hazırlanırdı. akşam olup içerisi kalabalıklaştımı "meclis" seçimleri yapılır, o güzel insanlar o yüce mevkilere seçilirlerdi:
Kartagası, sağ bey, sol bey, alaybey, kürekeci bey,kapıcı bey ( lütfen eksik/yanlış hatırlıyorsam düzeltin)
sonrasında yeme içme başlar, sohbet,muhabbet gecenin ilerleyen saatlerine uzardı. "kıyev kısesi" adı verilen; damada aktkı amaçlı para toplanması faaliyeti gerçekleştirilirdi bir ara. sonrasında da, düğün sahibinin içki masrafını azaltmak adına geliştirilen o muhteşem geleneğe sıra gelirdi:
Soyundurma!
masadakilerden biri bir arkadaşı için sudan bir sebeple şikayette bulunurdu şu sözlerle:
-Kartagası, sağ bey, sol bey, kapıcı bey, kürekeci bey, alay bey, meclisiniz cümleten kayırlı bolsun!
- Alla razı bossun!
- Mırat arkadaşımdan bir şıkayetim bar! penerin en maylı kısmı ep o aşay!
- Soyundurun!
buna benzer diyaloglar sonrasında soyundurulan elamanın cezası kesilir, ya bir 70 lik ya da tavuk benzeri bir yiyecekle geri dönene kadar saatine falan el konulurdu. böyle akşamlar öncesinde, düğüne gelenler zaaten hazırlıklı gelir; arabanın bagajından ya da sağlam bir yere sakladığı zulasından rakıyı kapıp gelirdi. tavuk istenenlerse köyde gözlerine kestirdikleri bir kümese girip işi halletmeye çalışırlardı. ( aslında eskiden böyleymiş, benim zamanlarımda tavuk olayını da yanında getirmeye başlamıştı elemanlar) gelen tavuklar "aşgana"daki kadınlara teslim edilir, yarım yamalak pişirildikten sonra da meclise takdim edilirdi. (bu gece ile ilgili küçük bir detay da soyundurulan elemanların hazırlıksız yakalanmaları durumunda rakıyı düğün sahibinden satın aldıkları da olurdu)
bugünlük bu kadar, müsaade edin bu yazdıklarımın üstüne bir kadeh rakı içeyim bu gece. aklımda eski zaman şarkıları, çok zamandır görmediğim dostlar / başka bir boyutta göreceğim büyükler eşlik etsin bana.
düğünler-6 ( asri kına)
kına gecesinin en sofistike uygulamasıdır asri kına. herkese nasip olmayan, gerçekleşmesi için çok özel şartların yerine gelmesi gerekli olan, gerçekleştiğinde de hiç kimsenin bilmemesi gereken "private" bir durumdur.
şöyle ki; asri kına koyduracak elemanın kına evindeki büyük kızlarla ve dahası kına bekçileri ile arasının sağlam olması, asri kına koydurulacak kızın olaya hazır olması (tercihen aralarında geçmişe dönük ve geleceğe yönelik hesap/niyet olması) , kına evinin fiziksel şartlarının asri kına olayı için uygun olması ( pek havalı cümle oldu, bildiğiniz ikinci, boş bir odadan bahsediyorum) gibi önkoşulların yerine getirilmesi gerekirdi. sonrasında, asri kına koyduracak eleman bir gölge gibi sessiz ve derinden içeri süzülür; kına evine getirdiği hediyeleri vasrsa bırakır ve odaya geçerdi. içerdeki muhabbet ööle saatlerce sürmezdi tabe, büyük ablaların dönem dönem tacizleri ile kesilir, zaman su gibi akar giderdi.
bu satırların yazarı hayatında bir kere, çook da matrak bir asri kına gecesi yaşadı da ondan böyle yazıyor. o geceden geriye çok keyifli kişisel anılar kaldı; yıllar sonrasından selamlar olsun o odadaki herkese.
şöyle ki; asri kına koyduracak elemanın kına evindeki büyük kızlarla ve dahası kına bekçileri ile arasının sağlam olması, asri kına koydurulacak kızın olaya hazır olması (tercihen aralarında geçmişe dönük ve geleceğe yönelik hesap/niyet olması) , kına evinin fiziksel şartlarının asri kına olayı için uygun olması ( pek havalı cümle oldu, bildiğiniz ikinci, boş bir odadan bahsediyorum) gibi önkoşulların yerine getirilmesi gerekirdi. sonrasında, asri kına koyduracak eleman bir gölge gibi sessiz ve derinden içeri süzülür; kına evine getirdiği hediyeleri vasrsa bırakır ve odaya geçerdi. içerdeki muhabbet ööle saatlerce sürmezdi tabe, büyük ablaların dönem dönem tacizleri ile kesilir, zaman su gibi akar giderdi.
bu satırların yazarı hayatında bir kere, çook da matrak bir asri kına gecesi yaşadı da ondan böyle yazıyor. o geceden geriye çok keyifli kişisel anılar kaldı; yıllar sonrasından selamlar olsun o odadaki herkese.
16 Kasım 2009 Pazartesi
düğünler-5 ( kına gecesi)
Genellikle cumartesiyi pazara bağlayan gece olurdu. düğün evine yakın bir ev "kına evi" olarak düzenlenir, konağın dağılması sonrasında kınaya kalması uygun görülen kızlar bu evde balık istifi doluşurlardı. Kına evinin etrafında "kına bekçisi" olarak "atanan" büyük abiler olurdu. bunlardan bazılarının ellerinde "sopa" da olurdu ( gerçekten)
kına evi genellikle "iki ya da üç göz" odalı, tercihen arka penceresi olmayan ve çevresi kontrol edilebilir mahiyette stratejik bir noktada seçilirdi. kızların büyük çoğunluğunun duracağı genel mekanın tek penceresi "kına penceresi" olarak belirlenirdi. pencerenin yerden çok yüksek olmaması kına koyma işlemi sırasında delikanlının konfor koşulları açısından önemliydi.
kına ritüeli başlayana kadar kına koyduracak elemanlar köyün çeşitli noktalarında "piyz" olayını gerçekleştirirlerdi. Neler içilmezdi ki ? en saf ve naif haliyle bira, çay bardağında rakı, kola veya fanta ( o zamanlar yedigün daha yaygındı) ile votka / cin. daha bir gözünü karartanlar viski. daha daha gözünü karartanlar bu içikilerden sorasıyla içerlerdi ve kına evinin yakınlarında bir yerlerde "bızavlamak" tabir edilen kusma eyleminin en sanatsal örneklerini sergilerlerdi.
ööle herkes kına da koyduramazdı. öncelikle civar köylerden gelip kına koydurmak büyük olaydı. istisnai olarak akraba ya da çok tanıdıklara bu izin verilir, genellikle "misafire kına yok" kuralı uygulanırdı. kına koyduracak olan "caşlar" konu ile ilgili olarak büyükler tarafından eğitime tutularak bir güzel dalga mevzuu olurlardı.
genellikle kına koydurulacak kızlar önceden belirlenir, ama kına penceresine gidene kadar kimseye söylenmezdi. gecenin sonunda herkesin aynı kıza kına koydurmuş olması da matraktı.
neyse, kına olayının başlama vuruşu kına penceresine çıkarılan gaz lambası ile olurdu. etrafta tilki gibi dolaşan gençlik ürkek adımlarla kına evine yaklaşır, kına bekçisinden onay alan delikanlı pencereye gelirdi. kına evinde penceredeki kızlar köyün büyük kızlarından olurdu. delikanlı kimi istediğini söyler, içerde karanlıkta oturan yüz tane kız da kıkırdayarak bu sohbete misafir olurdu.
büyük ablanın uygun gördüğü kız gelir, delikanlının eline kınayı yakardı. burada en can alıcı söz, öğretildiği şekilde, "beş kuruştan balaban/ on kuruştan kışke bossun" idi. ömrü boyunca beş kuruş, on kuruş görmemiş köy delikanlısı elini uzatır, kızın insafına kalmış şekilde avucuna kına boşaltılmasını beklerdi. hanım kızımız kına tepsisinden göz kararı kınayı alır, avucunda şöyle bir çevirir ve elemanın avucuna yapıştırırdı. ( uyanık kızların kınayı avuç içinde çay tepsisi kadar büyüttükleri de olurdu) kına işlemi sırasında eleman dili döndüğünce sohbet etmeye çalışır, içerdeki kızların eğlencesi olurdu. olay bitince elamanı eli mendil ile sarılır, bir de kızdan bir sigara yakması istenir, herkese ii geceler dilenerek pencereden uzaklaşılırdı.
buraya kadar işin tatlı yanı. bir de kına sohbetinin uzaması durumunda kına bekçisi ya da elemanın arkadaşlarından biri gelip arkadan tekme ya da sopa ile sağlam bir vuruş yaparlar; delikanlı da acısını içinde hapsetmek durumunda kalırdı.
popüler kına kızları bir saatten sonra uykuları ikide bir bölündüğü için ya da pencereye gelen elemandan pek haz etmediği için oplayıf poflayarak gelir, yarım ağızla bir şeyler konuşur giderlerdi. bir de büyük kızların istenen kızın yerine geçip elemanı saf yerine koyması olurmuş, ki bu olaya direkt şahit olmadım, teyzemin yalancısıyım.
sonraki post "asri kına"
kına evi genellikle "iki ya da üç göz" odalı, tercihen arka penceresi olmayan ve çevresi kontrol edilebilir mahiyette stratejik bir noktada seçilirdi. kızların büyük çoğunluğunun duracağı genel mekanın tek penceresi "kına penceresi" olarak belirlenirdi. pencerenin yerden çok yüksek olmaması kına koyma işlemi sırasında delikanlının konfor koşulları açısından önemliydi.
kına ritüeli başlayana kadar kına koyduracak elemanlar köyün çeşitli noktalarında "piyz" olayını gerçekleştirirlerdi. Neler içilmezdi ki ? en saf ve naif haliyle bira, çay bardağında rakı, kola veya fanta ( o zamanlar yedigün daha yaygındı) ile votka / cin. daha bir gözünü karartanlar viski. daha daha gözünü karartanlar bu içikilerden sorasıyla içerlerdi ve kına evinin yakınlarında bir yerlerde "bızavlamak" tabir edilen kusma eyleminin en sanatsal örneklerini sergilerlerdi.
ööle herkes kına da koyduramazdı. öncelikle civar köylerden gelip kına koydurmak büyük olaydı. istisnai olarak akraba ya da çok tanıdıklara bu izin verilir, genellikle "misafire kına yok" kuralı uygulanırdı. kına koyduracak olan "caşlar" konu ile ilgili olarak büyükler tarafından eğitime tutularak bir güzel dalga mevzuu olurlardı.
genellikle kına koydurulacak kızlar önceden belirlenir, ama kına penceresine gidene kadar kimseye söylenmezdi. gecenin sonunda herkesin aynı kıza kına koydurmuş olması da matraktı.
neyse, kına olayının başlama vuruşu kına penceresine çıkarılan gaz lambası ile olurdu. etrafta tilki gibi dolaşan gençlik ürkek adımlarla kına evine yaklaşır, kına bekçisinden onay alan delikanlı pencereye gelirdi. kına evinde penceredeki kızlar köyün büyük kızlarından olurdu. delikanlı kimi istediğini söyler, içerde karanlıkta oturan yüz tane kız da kıkırdayarak bu sohbete misafir olurdu.
büyük ablanın uygun gördüğü kız gelir, delikanlının eline kınayı yakardı. burada en can alıcı söz, öğretildiği şekilde, "beş kuruştan balaban/ on kuruştan kışke bossun" idi. ömrü boyunca beş kuruş, on kuruş görmemiş köy delikanlısı elini uzatır, kızın insafına kalmış şekilde avucuna kına boşaltılmasını beklerdi. hanım kızımız kına tepsisinden göz kararı kınayı alır, avucunda şöyle bir çevirir ve elemanın avucuna yapıştırırdı. ( uyanık kızların kınayı avuç içinde çay tepsisi kadar büyüttükleri de olurdu) kına işlemi sırasında eleman dili döndüğünce sohbet etmeye çalışır, içerdeki kızların eğlencesi olurdu. olay bitince elamanı eli mendil ile sarılır, bir de kızdan bir sigara yakması istenir, herkese ii geceler dilenerek pencereden uzaklaşılırdı.
buraya kadar işin tatlı yanı. bir de kına sohbetinin uzaması durumunda kına bekçisi ya da elemanın arkadaşlarından biri gelip arkadan tekme ya da sopa ile sağlam bir vuruş yaparlar; delikanlı da acısını içinde hapsetmek durumunda kalırdı.
popüler kına kızları bir saatten sonra uykuları ikide bir bölündüğü için ya da pencereye gelen elemandan pek haz etmediği için oplayıf poflayarak gelir, yarım ağızla bir şeyler konuşur giderlerdi. bir de büyük kızların istenen kızın yerine geçip elemanı saf yerine koyması olurmuş, ki bu olaya direkt şahit olmadım, teyzemin yalancısıyım.
sonraki post "asri kına"
3 Kasım 2009 Salı
düğünler-4
Her düğün kendi kahramanlarını yaratsa da hiç değişmeyen düğün tipleri vardı. bunlar zamanında katıldığım bütün düğünlerde hep aynı davranışı, aynı konuşmayı, hatta aynı kıyafeti giyip dolaşan tiplerdi. işte onlardan bir demet :
Konakbaylar :
ne düğünü olursa olsun farketmez, konakbay ruhlular affetmez. bu arkadaşlar kendi düğünü olsun ya da olmasın birilerine çay, yemek servisi yapmayı, getir-götür işlerinde olmayı pek severlerdi. çalışkan karıncalar misali sürekli ellerinde birşeyler taşırlar, ortada dolanmayı pek severlerdi. erkek tiplerin görevi dah düğün hazırlıkları ile başlardı. ( köy okulundan sıraların alınması ve römorka yüklenmesi başlıbaşına bir ritüeldi, şimdi o an geldi gözümün önüne.)
Kavgacı şirinler
Her düğünde içip içip hır çıkaran ve genellikle dayak yiyen tippler vardı. Bunlar genel olarak konak ya da meclis civarında olup herhangi bir şekilde paylaşımcı olmayan, kendi dar çevreleri ile yüzyıllardır yaptıkları aynı muhabbete devam eden zamanın hızlı gençlerinden oluşuyordu. Civar köylerden gelip karanlık bir sokakta dayak yiyen nice gençler biliyorum.
Kırcımanlar
“Kırcıman” çağına gelmiş, saçlarına ak düşmeye başlamış bir dönemlerinde düğünlerin alışılagelmiş örf-adet ve geleneklere uygun sürdürülmesi ve sonlandırılması konusunda kendilerini sorumlu hisseden amcalardı. ( şimdi düşünüp bakıyorum da kendim o yaşa geldim, ama kendimi –o anlamda- hiç “amca” olarak görmüyorum) zamanında her tür içkili ortamdan geçip edindikleri deneyimleri gecenin karanlığında yakın buldukları gençlere aktarmayı seven adamlardı onlar.
Oyuncu yaşlı teyzeler
Konaktaki kızları seyretmekten keyif alan, düğün evinde fırsat buldumu ortaya çıkıp oynayan, konakbaylığa meyiliniz olduğunu hissettiğiniz an çay,su, sigara gibi talepleri ardı ardına sıralayan sevimli yaşlı teyzelerdi onlar.
Çocuklar
düğünlerin tadını en çok onlar çıkarırdı tabii. ööle zamanlarda evde yemediği yemeği yer, akşam daha geç bir saatte dışarıda olur,delikanlıların giremediği/çıkarıldığı konakta mutlaka yer bulurlardı.
Misafir Kızlar
bazıları küçük dünyayı yarattım havasında, küçük adımlarla oynamayı seven, hanım hanımcık gözükmeye çalışan şirin yaratıklar... bir iki tanesi köy delikanlılarının favorisi olur, kına gecesinde en çok eziyet edilen kız ünvanını kapardı. en popüler onaları konakta tam oyuna kaptırmışken elemanlardan birinin "şuvvv" aytması ile inceden laf yerlerdi.
Şepıyık - Baco
her düğünün en çok kazanan ikilisi olurlardı. böyle mübarek günler öncesinde Polatlı'dan kasa kasa bira getirir, sıcak-soğuk demeden büyük amme hizmeti yaparlardı. Hey gidi günler hey! Onlar için ayrı birer post açılacak elbette.
Konakbaylar :
ne düğünü olursa olsun farketmez, konakbay ruhlular affetmez. bu arkadaşlar kendi düğünü olsun ya da olmasın birilerine çay, yemek servisi yapmayı, getir-götür işlerinde olmayı pek severlerdi. çalışkan karıncalar misali sürekli ellerinde birşeyler taşırlar, ortada dolanmayı pek severlerdi. erkek tiplerin görevi dah düğün hazırlıkları ile başlardı. ( köy okulundan sıraların alınması ve römorka yüklenmesi başlıbaşına bir ritüeldi, şimdi o an geldi gözümün önüne.)
Kavgacı şirinler
Her düğünde içip içip hır çıkaran ve genellikle dayak yiyen tippler vardı. Bunlar genel olarak konak ya da meclis civarında olup herhangi bir şekilde paylaşımcı olmayan, kendi dar çevreleri ile yüzyıllardır yaptıkları aynı muhabbete devam eden zamanın hızlı gençlerinden oluşuyordu. Civar köylerden gelip karanlık bir sokakta dayak yiyen nice gençler biliyorum.
Kırcımanlar
“Kırcıman” çağına gelmiş, saçlarına ak düşmeye başlamış bir dönemlerinde düğünlerin alışılagelmiş örf-adet ve geleneklere uygun sürdürülmesi ve sonlandırılması konusunda kendilerini sorumlu hisseden amcalardı. ( şimdi düşünüp bakıyorum da kendim o yaşa geldim, ama kendimi –o anlamda- hiç “amca” olarak görmüyorum) zamanında her tür içkili ortamdan geçip edindikleri deneyimleri gecenin karanlığında yakın buldukları gençlere aktarmayı seven adamlardı onlar.
Oyuncu yaşlı teyzeler
Konaktaki kızları seyretmekten keyif alan, düğün evinde fırsat buldumu ortaya çıkıp oynayan, konakbaylığa meyiliniz olduğunu hissettiğiniz an çay,su, sigara gibi talepleri ardı ardına sıralayan sevimli yaşlı teyzelerdi onlar.
Çocuklar
düğünlerin tadını en çok onlar çıkarırdı tabii. ööle zamanlarda evde yemediği yemeği yer, akşam daha geç bir saatte dışarıda olur,delikanlıların giremediği/çıkarıldığı konakta mutlaka yer bulurlardı.
Misafir Kızlar
bazıları küçük dünyayı yarattım havasında, küçük adımlarla oynamayı seven, hanım hanımcık gözükmeye çalışan şirin yaratıklar... bir iki tanesi köy delikanlılarının favorisi olur, kına gecesinde en çok eziyet edilen kız ünvanını kapardı. en popüler onaları konakta tam oyuna kaptırmışken elemanlardan birinin "şuvvv" aytması ile inceden laf yerlerdi.
Şepıyık - Baco
her düğünün en çok kazanan ikilisi olurlardı. böyle mübarek günler öncesinde Polatlı'dan kasa kasa bira getirir, sıcak-soğuk demeden büyük amme hizmeti yaparlardı. Hey gidi günler hey! Onlar için ayrı birer post açılacak elbette.
30 Ekim 2009 Cuma
blendax

düğünlere kısa bir ara...
bizim çocukluğumuzda Michael Jackson vardı, onunla büyüdük biz. "Blendax" şarkısında onu duyduk, efsanevi ay yürüyüşünü taklit ettik, pepsi reklamındaki çocuk gibi "bad!" dedik.
ne alaka diyeceksiniz : MJ'in ölüm öncesindeki son görüntülerinin filmi çıktı, takipçisiyiz!!!
yukarıdaki de eski günlerden bir dost, efsanevi mavi blendax kutusu.
28 Ekim 2009 Çarşamba
düğünler-3
bugün dersimiz düğünlerde müzik. "şalgılı toy" dediğimiz, genellikle Eskişehirden gelen elemanlardan oluşan "street band" ler olurdu düğünlerde. (her düğünde olmazdı ne yazık ki) düğün sahibinin ekonomik durumuna göre en az üç elemandan oluşan saz takımı sanat icra ederdi düğünlerde. klarnet "gırnata" ve darbuka olmazsa olmazıydı saz heyetinin. duruma göre keman, cümbüş ya da saz olurdu ilaveten. ( son zamanlarda elektro saz hepsini bastırıyordu)
gündüzleri düğün evinde, akşamları da konakta ya da mecliste, gecenin bir vakti de "şırak / koraz / sıpra" aktivitelerinde ortamı şenlendirirlerdi. ortada oynayanlara takılan/yapıştırılan paralar elemanların gelir hanesine kaydedilirdi genellikle.
küçüklüğümde, yaşlı kadınların en çok istediği şarkı olarak "kırmızı gülün alı var" ve "uzayıp giden şu tren yolları" nı hatırlıyorum. tabii en çok misket, fidayda ve "mevlana" çalarlardı oyun sözkonusu olduğunda.
çalgıcıların olmadığı durumlarda kasetlerle müzik ihtiyacı giderilirdi. şimdiki gibi CD lerin olmadığı yerde ileri-geri almalardan dolayı kaset sarılması, kafanın temizlenmesi gibi "instant" çözümlerle müzik dinlenirdi. her düğünün ya da her yazın moda bir şarkısı olurdu tabii. (aynı şarkıyı iki gün içinde 50 defa dinlemek alışık olmayan bünyelerde kusma etkisi yaratırdı.)
kızlar konakta genellikle kendileri şarkılar söylerdi. kime ait olduğunu bilmediğim birkaç tane tef ve darbuka mevcuttu. Darbukalar genellikle büyük kızların elinde dolaşır, küçük kız çocukları teflerle şıngır şıngır ses çıkartmaya bayılırlardı.
o günlerden kalma şarkıları burada yazmıştım zaten. düğünleri yazmaya başlayınca herhangi bir düğünden aklımda bir şarkı kalmıştır diye çok zorladım kendimi, sadece ( ne alakaysa) dr. alban'dan "no coke no eroin" adlı felsefi şarkıyı hatırladım.
bir sonraki post düğün katılımcı profillerinin süper subjektif sınıflamasını anlatacak.
gündüzleri düğün evinde, akşamları da konakta ya da mecliste, gecenin bir vakti de "şırak / koraz / sıpra" aktivitelerinde ortamı şenlendirirlerdi. ortada oynayanlara takılan/yapıştırılan paralar elemanların gelir hanesine kaydedilirdi genellikle.
küçüklüğümde, yaşlı kadınların en çok istediği şarkı olarak "kırmızı gülün alı var" ve "uzayıp giden şu tren yolları" nı hatırlıyorum. tabii en çok misket, fidayda ve "mevlana" çalarlardı oyun sözkonusu olduğunda.
çalgıcıların olmadığı durumlarda kasetlerle müzik ihtiyacı giderilirdi. şimdiki gibi CD lerin olmadığı yerde ileri-geri almalardan dolayı kaset sarılması, kafanın temizlenmesi gibi "instant" çözümlerle müzik dinlenirdi. her düğünün ya da her yazın moda bir şarkısı olurdu tabii. (aynı şarkıyı iki gün içinde 50 defa dinlemek alışık olmayan bünyelerde kusma etkisi yaratırdı.)
kızlar konakta genellikle kendileri şarkılar söylerdi. kime ait olduğunu bilmediğim birkaç tane tef ve darbuka mevcuttu. Darbukalar genellikle büyük kızların elinde dolaşır, küçük kız çocukları teflerle şıngır şıngır ses çıkartmaya bayılırlardı.
o günlerden kalma şarkıları burada yazmıştım zaten. düğünleri yazmaya başlayınca herhangi bir düğünden aklımda bir şarkı kalmıştır diye çok zorladım kendimi, sadece ( ne alakaysa) dr. alban'dan "no coke no eroin" adlı felsefi şarkıyı hatırladım.
bir sonraki post düğün katılımcı profillerinin süper subjektif sınıflamasını anlatacak.
27 Ekim 2009 Salı
düğünler-2
hangi düğün olursa olsun, düğün hazırlıkları günler öncesinden başlardı. "lojistik" le ilgili toptan satınalmalar yapılır, erkeklerin-kadınların oturacağı evler, konak ya da "meclis" yeri belirlenirdi. "konakbay" tabir edilen servis elemanları için önceden belirleme yapılmazdı, onlar kendiliğinden bu göreve talip olurlardı. burada en stratejik nokta "aşgana"da yemek yapacak kadınlar olurdu. şen şakrak teyzeler biraraya gelir, sürekli çay-sigara eşliğinde hem yemek pişirir hem de sohbet (dedikodu?) yaparlardı. bildiğim kadarıyla, düğün sahibi yemek pişiren teyzelere küçük hediyeler verirdi düğün sonrasında.
ikinci stratejik nokta da çay ocağıydı. orada da bitmeyen bir muhabbet çay suyunun buharına karışır, çay ocağı sabahtan akşama kadar hiç durmadan çalışırdı.
Düğünlerde şaşmaz, değişmez bir menü sunulurdu konuklara. Perşembe (ya da cuma) öğleden sonra "kavelte" çıkarılırdı. yanlış hatırlamıyorsam, ikindi sonrasında köyün adamları düğün evine gelir, etli patates yemeği ve "ulkum" yerlerdi.
akşam yemekleri daha az katılımla gerçekleşir, en kalabalık yemekler gündüz verilirdi. genellikle şehriye çorbası ( bazen düğün çorbası da denilen yağlı-etli bir çorba, tatarcası "kalce"), pilav-et, "koşap" ve tatlı.
tatlıyı ayrı bir paragrafta geçeceğim. iki tür tatlı ikram edilirdi: Tulumba tatlısı ya da "paklava" tulumba tatlısı Polatlı'da herhangi bir pastaneden alacağınız şerbet bulamacı olurdu. amaa, o baklava! el yapımı, kat kat incecik hamurlarla yapılmış, şerbetin içinde yüzen o caanım baklava. bizim oralardan başka hiçbiryerde rastlamadığım enerji bombardımanı. ööle fıstık-fındık gibi katkılara ihtiyaç duymadan, sadece hamur-şeker ve odun ateşinin muhteşem sonucu.
neyse, düğün anılarına devam edeceğim. bugünlük bu kadar.
ikinci stratejik nokta da çay ocağıydı. orada da bitmeyen bir muhabbet çay suyunun buharına karışır, çay ocağı sabahtan akşama kadar hiç durmadan çalışırdı.
Düğünlerde şaşmaz, değişmez bir menü sunulurdu konuklara. Perşembe (ya da cuma) öğleden sonra "kavelte" çıkarılırdı. yanlış hatırlamıyorsam, ikindi sonrasında köyün adamları düğün evine gelir, etli patates yemeği ve "ulkum" yerlerdi.
akşam yemekleri daha az katılımla gerçekleşir, en kalabalık yemekler gündüz verilirdi. genellikle şehriye çorbası ( bazen düğün çorbası da denilen yağlı-etli bir çorba, tatarcası "kalce"), pilav-et, "koşap" ve tatlı.
tatlıyı ayrı bir paragrafta geçeceğim. iki tür tatlı ikram edilirdi: Tulumba tatlısı ya da "paklava" tulumba tatlısı Polatlı'da herhangi bir pastaneden alacağınız şerbet bulamacı olurdu. amaa, o baklava! el yapımı, kat kat incecik hamurlarla yapılmış, şerbetin içinde yüzen o caanım baklava. bizim oralardan başka hiçbiryerde rastlamadığım enerji bombardımanı. ööle fıstık-fındık gibi katkılara ihtiyaç duymadan, sadece hamur-şeker ve odun ateşinin muhteşem sonucu.
neyse, düğün anılarına devam edeceğim. bugünlük bu kadar.
26 Ekim 2009 Pazartesi
köy düğünleri - 1
öncelikle, düğünler hakkında anlatacaklarım kesinlikle subjektif, gözleme dayalı ve yılların ardından aklımda kaldığı kadarıyladır. ilave/düzeltme yapmak isteyenler yorumlarını bırakırlarsa gerekli revizyonlar seve seve yapılır.
düğünleri üç kategoride anlatmaya çalışacağım: (i) Kız düğünleri (ii)erkek düğünleri (iii) salon düğünü (iv) sünnet düğünleri
şimdii, benim çocukluğumun düğünleri hep yaz aylarında yapılırdı. kış düğünü hiç hatırlamıyorum; bir tek Hatice teyzemin düğünü Ekim ayı içinde yapılmıştı yamulmuyorsam.
kız düğünleri ile başlayalım. "kız düğünü" kız tarafın köyde olduğu; dolayısıyla "konak, hava, kına, tokuz" gibi güzelliklerin yaşandığı düğünleri anlatmak için kullanılırdı.
düğünler genellikle perşembe günü öğleden sonra başlardı. "konak" tabir edilen; genellikle ambar, garaj gibi geniş açıklıklı, yüksek kerpiç binaların kızların toplanıp şarkılar söylemesi/oyun oynaması için düzenlenmesi ile oluşturulan geçici eğlence merkezi perşembe günü öğleden sonra açılırdı. düzenleme dediğim de 30-40 cm genişliğinde kalasların kerpiçler üzerinde çepeçevre sıralanması, üzerlerine de muşamba/kilim gibi bir şeylerin serilmesi işiydi. konak genellikle düğün evinin yakınlarında bir yerlerde kurulurdu, son zamanlarda köy kütüphanesi ( ya da başka bir şey) olarak yapılan o ucube, sevimsiz binanın da konak olarak kullanıldığını hatırlıyorum)
"gelin kız" genellikle konağın sol köşesinde oturur, hemen yakınında yakın akrabalar veya komşu köylerden gelen "ağır ablalar" konuşlanırdı. şaşmaz bir şekilde kıdem sıralaması olurdu: büyük kızlar gelinin yakınında, daha küçükler ve daha daha küçükler kağı tarafına doğru...(gelin kızın konağa gelişi ile ilgili bir ritüel hatırlamıyorum) ilk saatlerde genellikle yakın akraba kızları ile köyün ufak kızları olurdu konakta. bir de düğünlerin olmazsa olmazı çocuklar tabii. gündüz saatinde genellikle teypten dönemin gözde şarkıları çalınırdı. Köy delikanlılarının medenileşme süreci içine girmiş olanları gelin kızı tebrik etmek için "kızsal alan" içine girerlerdi.
gün bitip akşam yemeği sonrasında konak yükünü alır; köyün tüm kızları ve o gün gelen diğerleri toplanıp otururlardı. özellikle uzak şehirlerden gelen ( bir de tamamen yabancılar) konağın en gözde kızları olurdu. köyün delikanlıları (gene yaş kıdemine göre) konağın dışarıya açılan kapısında sıralanır, içerideki kızları seyrederlerdi. ağır abiler daha geç saatlerde gelir, şöyle bir bakış attıktan sonra dışarıda muhabbetin -ve şişenin- dibine vururlardı.
bir de köy kadınlarının gruplar halinde gelip oğullarına/torunlarına gelin adayı baktıkları ritüel vardı ki bu satırlarla o anın keyfini anlatmak mümkün diil. kadınlar içeriye doluştukça kalabalık artar; delikanlılar kadınlara gitmeleri için baskı kurmaya çalışırdı. işte o anlarda efsanevi şarkı patlardı : "ayva sarı nar sarı / sarıya konar arı / genç kızların içinde / ne arar kocakarı "
bu sırada sıcak hava, içerinin kalabalığı, sigara dumanı ve yerden kalkan toz birbirine karışır, nefes almak güçleşirdi. işte o anlarda "hava" mekanizması devreye girerdi. büyük abiler "ava!, ava!" diye bağırarak içerdeki delikanlıları dışarı "davet" ederlerdi. bu kısa zamanda konağın kapıları kapanır, iki üç tane konak bekçisi kapıda dururdu.
burada sevgili "Kabadayı" için bir paragraf açacağım. Rahmetli Remzi dayı, bazı zamanlarda ağır adımlarla konağın çevresinde dolaşır, köy genci/yabancı demeden delikanlıları bir bakışıyla uzaklaştırırdı. Nur içinde yatsın...
şarkıların avaz avaz çalıp gelin adayı kızların hünerlerini gösterdikleri bir anda delikanlılar tarafından bir ses gelirdi bazen, müzik kesilirdi. "şuuvvvv" ( ya da şın) olarak adlandırılan bu olay, müziği durduran şahsiyetin özlü bir kaç sözü şiir formatında söylemesinden ibaretti. genellikle ortada oynayan yabancı kızlara hafiften asılma/sarkma/laf dokundurma amaçlı, herkesi güldüren bir kaç mısralık sözlerdi bunlar. ne yazık ki aklımda herhangi bir tanesi kalmamış.
kız düğünü iki üç gece bu şekilde konakta geçerdi. Düğün evinde olanları bir sonraki postta yazacağım, bugünlük "konak" kavramını irdeliyoruz. Kına gecesi dediğimiz cumartesi gecelerinde gelenlerle birlikte kalabalık son haddine ulaşır, içeride göz gözü görmezdi.
başka köylerden gelen delikanlılara "konak" ziyaretinin yasaklanması da sık sık karşılaşılan bir durumdu. böyle zamanlarda köyün "sota" yerleri çeşit çeşit "caş"la dolar, her köşede başka bir muhabbet olurdu. değişmeyen olaysa içiki içilip kavga çıkma olasılığının zirve yapmasıydı.
bir sonraki post : düğün evi, düğün hazırlıkları, yemekler, konakbaylar...
düğünleri üç kategoride anlatmaya çalışacağım: (i) Kız düğünleri (ii)erkek düğünleri (iii) salon düğünü (iv) sünnet düğünleri
şimdii, benim çocukluğumun düğünleri hep yaz aylarında yapılırdı. kış düğünü hiç hatırlamıyorum; bir tek Hatice teyzemin düğünü Ekim ayı içinde yapılmıştı yamulmuyorsam.
kız düğünleri ile başlayalım. "kız düğünü" kız tarafın köyde olduğu; dolayısıyla "konak, hava, kına, tokuz" gibi güzelliklerin yaşandığı düğünleri anlatmak için kullanılırdı.
düğünler genellikle perşembe günü öğleden sonra başlardı. "konak" tabir edilen; genellikle ambar, garaj gibi geniş açıklıklı, yüksek kerpiç binaların kızların toplanıp şarkılar söylemesi/oyun oynaması için düzenlenmesi ile oluşturulan geçici eğlence merkezi perşembe günü öğleden sonra açılırdı. düzenleme dediğim de 30-40 cm genişliğinde kalasların kerpiçler üzerinde çepeçevre sıralanması, üzerlerine de muşamba/kilim gibi bir şeylerin serilmesi işiydi. konak genellikle düğün evinin yakınlarında bir yerlerde kurulurdu, son zamanlarda köy kütüphanesi ( ya da başka bir şey) olarak yapılan o ucube, sevimsiz binanın da konak olarak kullanıldığını hatırlıyorum)
"gelin kız" genellikle konağın sol köşesinde oturur, hemen yakınında yakın akrabalar veya komşu köylerden gelen "ağır ablalar" konuşlanırdı. şaşmaz bir şekilde kıdem sıralaması olurdu: büyük kızlar gelinin yakınında, daha küçükler ve daha daha küçükler kağı tarafına doğru...(gelin kızın konağa gelişi ile ilgili bir ritüel hatırlamıyorum) ilk saatlerde genellikle yakın akraba kızları ile köyün ufak kızları olurdu konakta. bir de düğünlerin olmazsa olmazı çocuklar tabii. gündüz saatinde genellikle teypten dönemin gözde şarkıları çalınırdı. Köy delikanlılarının medenileşme süreci içine girmiş olanları gelin kızı tebrik etmek için "kızsal alan" içine girerlerdi.
gün bitip akşam yemeği sonrasında konak yükünü alır; köyün tüm kızları ve o gün gelen diğerleri toplanıp otururlardı. özellikle uzak şehirlerden gelen ( bir de tamamen yabancılar) konağın en gözde kızları olurdu. köyün delikanlıları (gene yaş kıdemine göre) konağın dışarıya açılan kapısında sıralanır, içerideki kızları seyrederlerdi. ağır abiler daha geç saatlerde gelir, şöyle bir bakış attıktan sonra dışarıda muhabbetin -ve şişenin- dibine vururlardı.
bir de köy kadınlarının gruplar halinde gelip oğullarına/torunlarına gelin adayı baktıkları ritüel vardı ki bu satırlarla o anın keyfini anlatmak mümkün diil. kadınlar içeriye doluştukça kalabalık artar; delikanlılar kadınlara gitmeleri için baskı kurmaya çalışırdı. işte o anlarda efsanevi şarkı patlardı : "ayva sarı nar sarı / sarıya konar arı / genç kızların içinde / ne arar kocakarı "
bu sırada sıcak hava, içerinin kalabalığı, sigara dumanı ve yerden kalkan toz birbirine karışır, nefes almak güçleşirdi. işte o anlarda "hava" mekanizması devreye girerdi. büyük abiler "ava!, ava!" diye bağırarak içerdeki delikanlıları dışarı "davet" ederlerdi. bu kısa zamanda konağın kapıları kapanır, iki üç tane konak bekçisi kapıda dururdu.
burada sevgili "Kabadayı" için bir paragraf açacağım. Rahmetli Remzi dayı, bazı zamanlarda ağır adımlarla konağın çevresinde dolaşır, köy genci/yabancı demeden delikanlıları bir bakışıyla uzaklaştırırdı. Nur içinde yatsın...
şarkıların avaz avaz çalıp gelin adayı kızların hünerlerini gösterdikleri bir anda delikanlılar tarafından bir ses gelirdi bazen, müzik kesilirdi. "şuuvvvv" ( ya da şın) olarak adlandırılan bu olay, müziği durduran şahsiyetin özlü bir kaç sözü şiir formatında söylemesinden ibaretti. genellikle ortada oynayan yabancı kızlara hafiften asılma/sarkma/laf dokundurma amaçlı, herkesi güldüren bir kaç mısralık sözlerdi bunlar. ne yazık ki aklımda herhangi bir tanesi kalmamış.
kız düğünü iki üç gece bu şekilde konakta geçerdi. Düğün evinde olanları bir sonraki postta yazacağım, bugünlük "konak" kavramını irdeliyoruz. Kına gecesi dediğimiz cumartesi gecelerinde gelenlerle birlikte kalabalık son haddine ulaşır, içeride göz gözü görmezdi.
başka köylerden gelen delikanlılara "konak" ziyaretinin yasaklanması da sık sık karşılaşılan bir durumdu. böyle zamanlarda köyün "sota" yerleri çeşit çeşit "caş"la dolar, her köşede başka bir muhabbet olurdu. değişmeyen olaysa içiki içilip kavga çıkma olasılığının zirve yapmasıydı.
bir sonraki post : düğün evi, düğün hazırlıkları, yemekler, konakbaylar...
13 Ekim 2009 Salı
hoşgeldin elifnaz bebek
3 Ekim 2009 Cumartesi
taşıma su zamanları

her eve su hattı 85-86 gibi çekildi bildiğim kadarıyla. ondan önce köy çeşmelerinden "güğüm"lerle su taşınırdı. esas bu postta köy çeşmelerini yazacaktım ama elimde fotograf olmadığı için bir tür "necefli maşrapa" resmi koydum.
köyün ana çeşmesinden başka dedemlerin arka taraftaki "arka çeşme", Özmen'lerin evinin oradaki çeşme , Bünyamin abinin arka bahçesinin de arkasındaki efsane çeşme geldi aklıma. daha küçük bir çeşme "karşaga" ile Murat'ların (Evirgen) evine giden yolda, sol taraftaki bahçe duvarındakiydi yanlış hatırlamıyorsam. Caminin içinde ya da mezarlık tarafında da bir çeşme geliyor hayal meyal gözüme.
tabii ki "susa" nın yeri ayrıydı bizim için. bir de "Akırlı" yolundaki "iki kurnalı" geldi gözümün önüne. bir sonraki postta çeşmede çekilmiş fotograflarımı koyacağım zamanın ötesinden. ilk gidişimde de hepsini özel olarak fotograflayacağım.
bir de nefret bir şarkı geldi şimdi aklıma : "o çeşme kurumuş akmıyor artık.." eski zamanda o çeşmeler gürül gürül akardı "kurna" lardan. Kurna dediğimiz suyun aktığı pik döküm ağızdı. çeşmenin büyüklüğüne göre sayısı değişirdi. büyük çeşmede bir büyük, iki de küçük kurna vardı yanılmıyorsam.
ne yazık ki o çeşmelerin büyük çoğunluğu kurudu gitti, ana çeşme bile tek kurnadan incecik akıyordu son gördüğümde.
24 Eylül 2009 Perşembe
ptt acenteliği

Bir bayram daha geçti standart cep telefonu mesajlarının sağa sola gönderildiği. Bu vesile ile köye telefonun ilk bağlandığı zamanları hatırladım.84-85 seneleri olmalı, köye bir santral kurmuşlardı, şimdi yenilenmekte olan kütüphanenin içine. Dış duvara da sarı bir tabela :
"PTT ACENTELİĞİ"
Sonrasında, Erdinç abi(Tan) yanılmıyorsam memur olarak atanmıştı, evlere birer hat çekilmiş; birer tane de manyetolu telefon verilmişti. Bir yeri arayacak olan önce santrali arıyor, "Erdiş, maga bilmemkaşnı baylasa bır!" şeklinde çağrı yapıyordu. Erdinç abi de -yerindeyse tabii- Polatlı santralden istenen numarayı bağlatmaya çalışıyordu. Google da aradım biraz ama o antika santral resmini bulamadım ne yazık ki. Sonrasında arayanla aranan nuamranın soketleri santraldeki yerlerine takılıyor ve görüşme sağlanıyordu.
Yeniler bilmez, "Adana çekil aradan!" zamanlarıydı, hat düşmez, ses gitmez,konuşmak mümkün olmazdı. Yokluk zamanlarıydı o günler, herşey kıymetliydi.
Bu bayram, diğer bayramlar gibi, kimseye SMS atmadım, gelenleri de cevaplamadım tabii. Eski güzel bayramları özleyerek geçti biraz, bir de en kısa zamanda dedemi ziyaret etmeye karar verdim.
Belki gelecek hafta?
14 Eylül 2009 Pazartesi
bostan - 2
9 Eylül 2009 Çarşamba
efsanevi kaset
gide gide bir söğüde dayandım
şööle bir hafızayı zorlayınca o dönemlere ait pek bir şarkı/türkünün kalmadığını farkettim. aklımda kalanlarsa şunlar :
1. fidayda : her daim bizim oraları hatırlatan efsane oyun havası. 87-88 senelerinden birinde, karışık bir albümün içindeki versiyonunu birkaç bayram çook dinleyip oynamıştık.
2. duydum evleniyormuşsun : kızların avaz avaz çığırdığı, uzaktan acıklı acıklı gelen bir taverna şarkısıydı.
3. nanay : bir bayram günü, "ahırlıkuyu" kızlarının aynı gün içinde 25 defa söylemeleri ile hiç silinmemek üzere hafızama kazınan iirenç türkü.
4. ayva sarı nar sarı : işte favorilerimden birisi. düğünlerde kız konağında belli aralıklarla söylenen, kızları seyretmeye gelen köy kadınlarını uzaklaştırmak için avaz avaz çığırılan türkü. "ayva sarı nar sarı / sarıya konar arı / genç kızların içinde/ ne arar kocakarı...
5. gide gide bir söğüde dayandım : zamansız,sebepsiz bir şekilde; arada bir dilime dolanan, bir dönem köyde kızların en çok söylediği türküdür kendisi.
6. kırmızı gülün alı var : "Şalgıcı" lı düğünlerde, yaşlı kadınların ısrarla çaldırmak istedikleri ağır şarkıydı. klarnetçi şööle bir doğrulur, çalacağı şarkıya saygı hesabıyla daha bir dokunaklı üflerdi "gırnatayı"
7. henüz üç yaşında bir kardeşim var : efsanevi hakkı bulut'un acısız arabesk geyiği başlamadan önce keşfettiğimiz şarkısıydı. bir şubat tatilinde, sevgili hikmet'in teybinden uzun uzun dinlemiş, sebepsiz yere içmiştik epey bir.
8.Sibel Can şarkıları : özel olarak hatırlamıyorum ama, gene bir şubat tatili döneminde, Şepiyık'ın dükkanda uzun ve soğuk gecelerde epey bir dinlemiştik aynı albümü. hatta gecenin bir vakti gazı alıp Ersin abiyi (Yetkin) buz gibi odasından alıp getirdiğimizi hatırladım şimdi.
9. sit osman saray : hatırladığım tek tük tatarca şarkılar içinde ilk aklıma geleni." ... sen nişanda yog edin / koşgeldin toyga"
10. bostorgay degen ayvanın da şılka da bolur yuvası : daha iyisi gelmedi aklıma, 10'a tamamlamak için yazdım açıkçası. ( ne acıdır ki caanım istanbul'un altyapısı şarkıdakinden daha da "şılka" çıktı; bu çağda hala yağmur suyunda hayatını kaybeden insanlarımız var, yazık...)
1. fidayda : her daim bizim oraları hatırlatan efsane oyun havası. 87-88 senelerinden birinde, karışık bir albümün içindeki versiyonunu birkaç bayram çook dinleyip oynamıştık.
2. duydum evleniyormuşsun : kızların avaz avaz çığırdığı, uzaktan acıklı acıklı gelen bir taverna şarkısıydı.
3. nanay : bir bayram günü, "ahırlıkuyu" kızlarının aynı gün içinde 25 defa söylemeleri ile hiç silinmemek üzere hafızama kazınan iirenç türkü.
4. ayva sarı nar sarı : işte favorilerimden birisi. düğünlerde kız konağında belli aralıklarla söylenen, kızları seyretmeye gelen köy kadınlarını uzaklaştırmak için avaz avaz çığırılan türkü. "ayva sarı nar sarı / sarıya konar arı / genç kızların içinde/ ne arar kocakarı...
5. gide gide bir söğüde dayandım : zamansız,sebepsiz bir şekilde; arada bir dilime dolanan, bir dönem köyde kızların en çok söylediği türküdür kendisi.
6. kırmızı gülün alı var : "Şalgıcı" lı düğünlerde, yaşlı kadınların ısrarla çaldırmak istedikleri ağır şarkıydı. klarnetçi şööle bir doğrulur, çalacağı şarkıya saygı hesabıyla daha bir dokunaklı üflerdi "gırnatayı"
7. henüz üç yaşında bir kardeşim var : efsanevi hakkı bulut'un acısız arabesk geyiği başlamadan önce keşfettiğimiz şarkısıydı. bir şubat tatilinde, sevgili hikmet'in teybinden uzun uzun dinlemiş, sebepsiz yere içmiştik epey bir.
8.Sibel Can şarkıları : özel olarak hatırlamıyorum ama, gene bir şubat tatili döneminde, Şepiyık'ın dükkanda uzun ve soğuk gecelerde epey bir dinlemiştik aynı albümü. hatta gecenin bir vakti gazı alıp Ersin abiyi (Yetkin) buz gibi odasından alıp getirdiğimizi hatırladım şimdi.
9. sit osman saray : hatırladığım tek tük tatarca şarkılar içinde ilk aklıma geleni." ... sen nişanda yog edin / koşgeldin toyga"
10. bostorgay degen ayvanın da şılka da bolur yuvası : daha iyisi gelmedi aklıma, 10'a tamamlamak için yazdım açıkçası. ( ne acıdır ki caanım istanbul'un altyapısı şarkıdakinden daha da "şılka" çıktı; bu çağda hala yağmur suyunda hayatını kaybeden insanlarımız var, yazık...)
8 Eylül 2009 Salı
bostan zamanı
Muhtemelen geçti gitti bile... İstanbul'da pek tatlı bulup yere göğe sığdıramadığımız kavunlar bizim oralarda "tatsız" bulunup uçsız bucaksız tarlaya fırlatılırdı. o caanım kavunu yedikten sonra su içmek gerekirdi, yoksa ağzınız şekerden yara olabilirdi. ( Bu durumun bir de tatarcası vardı ancak unutmuşum; kamaşma mı derlerdi aceba?) Çok tatlı olanların "aşı" kurutulur, bir sonraki seneye dikilmek üzere "aşgana"nın köşesinde bir yerlere konurdu.O kadar çok kavun olurdu ki, epeyini kargalar, tilkiler kemirirdi.
"Topatan" kavunlar vardı, yumruk büyüklüğünde, açık sarı renkli, içi tuhaf/kekremsi bir tada sahip olan, kokusuyla bambaşka. Kışlık kavunlar olurdu, koyu yeşil renkli/kalın kabuklu, uzun ömürlü ( yılbaşında bile yediğimi hatırlıyorum) . Az da olsa sarı-siyah "kırkağaç" kavununa benzeyen kavunlar da çıkardı. ( hala çıkıyordur belki, gitmeden yazıyorum bunları)
Neden bilmem, bizim oralarda yetişen karpuzlar pek güzel olmazdı, büyümezdi, içi pembe pembe olurdu. ( Konuyla çok alakalı değil ama, kızlı erkekli gidilen bir piknikte, Erkal'ın (Önder) gazete kağıdını ıslatıp karpuzu soğutma hikayesini hatırladım. hatta o pikniğin resimleri bile var bende, bir gün yayınlarım. Karpuz ne mi olmuştu? Sıcak sıcak yemiştik, ööle Mc Gyver yaklaşımı Anadolu karpuzuna ters gelmişti)
"Örken" denirdi kavun karpuz yeşilliklerine. bir örkende çok sayıda kavun/karpuz olurdu. Yumuşak, insanı içine çekecekmiş gibi duran verimli toprak üzerinde boylu boyunca, geniş geniş uzanırlardı. "Örkene basmamak" şarttı, dokunduğunuz örkendeki diğer kavunların yetişmesini güçleştirirdiniz.
Bazı akşamüstleri, birilerinin "cektiği" traktörle toplaşır bostana giderdik kızlı erkekli. şimdi düşünüyorum da ne kadar tehlikeliymiş bütün bir köyün römorkta seyahat etmesi. Arkada römorkta kızlar şarkı/türkü söylerdi avaz avaz, traktör sahibi gazı alır; el gazı ile daha da bir süratlenirdi. 10 tane kavun yenilir, 100 kavunluk yer zarar görürdü güzel bostan akşamlarında. Bazı geceler de bostana gidilirdi tabii, arabanın kasasında o geceki "piyz" malzemeleri ile birlikte.
Bir de bostancılar vardı tabii. Zamanında çapanmış, iyi mahsül verecek bostanları korumak için geçici süreyle tarlada yatıp kalkan elemanlardı bunlar, uzak köylerden. Çuvallarla, çaputlarla püfür püfür esen "konaklar" yaparlardı kendilerine. Gelip geçen kamyon şoförleri ile muhabbet eder, çobanlarla geyiğin kralını yaparlardı. Bazı uyanıklar yoldan geçenlere kavun karpuz da satardı tabii.
Geçen kışın ortasında, oğlan istedi diye orta boy bir karpuz almıştım, kilosu 15 YTL idi. Bİzim oralarda tüm hayatı boyunca yediği kavun karpuza o kadar para vermeyen bir sürü kişi vardır eminim. Dedeme söylemedim tabii, duysa eminim çok kızardı...
"Topatan" kavunlar vardı, yumruk büyüklüğünde, açık sarı renkli, içi tuhaf/kekremsi bir tada sahip olan, kokusuyla bambaşka. Kışlık kavunlar olurdu, koyu yeşil renkli/kalın kabuklu, uzun ömürlü ( yılbaşında bile yediğimi hatırlıyorum) . Az da olsa sarı-siyah "kırkağaç" kavununa benzeyen kavunlar da çıkardı. ( hala çıkıyordur belki, gitmeden yazıyorum bunları)
Neden bilmem, bizim oralarda yetişen karpuzlar pek güzel olmazdı, büyümezdi, içi pembe pembe olurdu. ( Konuyla çok alakalı değil ama, kızlı erkekli gidilen bir piknikte, Erkal'ın (Önder) gazete kağıdını ıslatıp karpuzu soğutma hikayesini hatırladım. hatta o pikniğin resimleri bile var bende, bir gün yayınlarım. Karpuz ne mi olmuştu? Sıcak sıcak yemiştik, ööle Mc Gyver yaklaşımı Anadolu karpuzuna ters gelmişti)
"Örken" denirdi kavun karpuz yeşilliklerine. bir örkende çok sayıda kavun/karpuz olurdu. Yumuşak, insanı içine çekecekmiş gibi duran verimli toprak üzerinde boylu boyunca, geniş geniş uzanırlardı. "Örkene basmamak" şarttı, dokunduğunuz örkendeki diğer kavunların yetişmesini güçleştirirdiniz.
Bazı akşamüstleri, birilerinin "cektiği" traktörle toplaşır bostana giderdik kızlı erkekli. şimdi düşünüyorum da ne kadar tehlikeliymiş bütün bir köyün römorkta seyahat etmesi. Arkada römorkta kızlar şarkı/türkü söylerdi avaz avaz, traktör sahibi gazı alır; el gazı ile daha da bir süratlenirdi. 10 tane kavun yenilir, 100 kavunluk yer zarar görürdü güzel bostan akşamlarında. Bazı geceler de bostana gidilirdi tabii, arabanın kasasında o geceki "piyz" malzemeleri ile birlikte.
Bir de bostancılar vardı tabii. Zamanında çapanmış, iyi mahsül verecek bostanları korumak için geçici süreyle tarlada yatıp kalkan elemanlardı bunlar, uzak köylerden. Çuvallarla, çaputlarla püfür püfür esen "konaklar" yaparlardı kendilerine. Gelip geçen kamyon şoförleri ile muhabbet eder, çobanlarla geyiğin kralını yaparlardı. Bazı uyanıklar yoldan geçenlere kavun karpuz da satardı tabii.
Geçen kışın ortasında, oğlan istedi diye orta boy bir karpuz almıştım, kilosu 15 YTL idi. Bİzim oralarda tüm hayatı boyunca yediği kavun karpuza o kadar para vermeyen bir sürü kişi vardır eminim. Dedeme söylemedim tabii, duysa eminim çok kızardı...
4 Eylül 2009 Cuma
kimyon

bir kimyon furyası olmuştu. ilk ekildiği sene acayip para getiren şeyin bir sene sonra herkes tarafından ekilerek para etmemesi de o zamanlarda başlamıştı. hemen herkes basmıştı kimyon tohumunu tarlaya. sonrasında, toplama zamanı geldiğinde bir sürü "geçici tarım işçisi" peydah olmuş, tarlanın büyüklüğüne göre 30-40 kişilik gruplar kimyon toplamaya girişmişlerdi.
başlarında "çavuş"ları, yarısı kadın yarısı çocuk bir sürü amele, "gündelik" esasına göre tarlalarda kimyon topladılar birkaç sene üstüste. toplanan kimyonlar belli büyüklükte öbekler haline getiriliyor, sonra da römorkla köye, harman yerine taşınıyordu. harman yerinde biçerdöver sayesinde ayrıştırma işlemi yapılıyordu. bunun için de genellikle eski biçerler kullanılıyordu.
bir defasında, köydeki tek "Masaris" biçerdöveri kiralamıştı dedemler. rahmetli Mithat Baybora'nın dı o güzel biçerdöver. Büyük büyük Claysonların yanında pek mütevazi pek yorgun dururdu. "Bayırbaşı"ndaki "karaldı"nın girişinde duruşu geliyor gözlerimin önüne.
neyse, biçerleri ayrı bir postta yazacağım zaten. kimyon kokusu itibarıyla o zamana kadar pek duymadığımız, görmediğimiz bir bitkiydi. biçerle yapılan patos sonrasında küçük ambarda saklanırdı. buğdaya göre iyi para ettiği zamanlar oldu.( bu arada, "Şıhali'den sonra" Karavşan merasına doğru inerken anason ekilmiş tarlalar da olurdu, o caanım koku şimdi geldi burnuma)
"buğday-arpa-cılap" üçlüsüne alternatif olarak ekilen tahılların öncüsüydü bizim oralarda (bildiğim kadarıyla tabe) sonraları anason, soğan, mercimek falan da ekildi ama hiçbiri kimyon kadar yer etmemiş bende.
hep merak ederim, o kadar kimyon eken olduğu köyde kaç mutfakta yemeklere kimyon katılıp yeni tatlar elde edilmeye çalışıldı diye? o günlerin hatırına bu akşam kimyonlu tavuk yiyeceğim...
1 Eylül 2009 Salı
bitli almanlar karayavşanda
tam senesini hatırlamıyorum, ama bizim birader'in almanca hazırlık sınıfını bitirdiği seneydi. bir akşamüstü okulun bahçesinde volyebol oynanıyordu kızlı erkekli. iki tane eleman belirdi okul duvarında, bisikletleri vardı.
herkes etraflarına üşüştü tabii, o zamana kadar hiç böylesini görmemiştik köyde. çat pat ingilizcemle elemanlarla konuştuğumu biliyorum, alman olduklarını o zaman anlamıştık. ben de birader sayesinde öğrendiğim efsanevi "forberating klasse" lafıyla dalmıştım olaya.
karanlık basmaya başladığında iki elemanı iki kişi kapmıştı, biri nereye gitti hatırlamıyorum; diğeri Hacı Sabri'nin evine gitmişti. ben de akşam yemeğini hızlıca yiyip Murat'lara gitmiştim. yer sofrasında eleman "köbete" ye kaşık sallıyordu. Hacı Sabri Amca'nın " gâvurga kara, kadiy de sıdıra kobeteni!" şeklindeki sözleri bugün gibi aklımda.
yemekten sonra Şepıyık'ın dükkanında bu ikisini ortaya alıp İngilizcenin gözünü kaşını yarmıştık bira içerken. okul bahçesinde kurdukları çadırda yatmışlardı o gece.
sabah ta kuşluk vakti uyanıp pedal basmışlardı kimbilir nereye.
"amma geyik adammışsın sen" diyenleriniz vardır mutlaka, ama bunları hatırladıkça yazmak hoşuma gitmeye başladı. beğenmeyen okumasın, OK?
herkes etraflarına üşüştü tabii, o zamana kadar hiç böylesini görmemiştik köyde. çat pat ingilizcemle elemanlarla konuştuğumu biliyorum, alman olduklarını o zaman anlamıştık. ben de birader sayesinde öğrendiğim efsanevi "forberating klasse" lafıyla dalmıştım olaya.
karanlık basmaya başladığında iki elemanı iki kişi kapmıştı, biri nereye gitti hatırlamıyorum; diğeri Hacı Sabri'nin evine gitmişti. ben de akşam yemeğini hızlıca yiyip Murat'lara gitmiştim. yer sofrasında eleman "köbete" ye kaşık sallıyordu. Hacı Sabri Amca'nın " gâvurga kara, kadiy de sıdıra kobeteni!" şeklindeki sözleri bugün gibi aklımda.
yemekten sonra Şepıyık'ın dükkanında bu ikisini ortaya alıp İngilizcenin gözünü kaşını yarmıştık bira içerken. okul bahçesinde kurdukları çadırda yatmışlardı o gece.
sabah ta kuşluk vakti uyanıp pedal basmışlardı kimbilir nereye.
"amma geyik adammışsın sen" diyenleriniz vardır mutlaka, ama bunları hatırladıkça yazmak hoşuma gitmeye başladı. beğenmeyen okumasın, OK?
video günleri

Köyde hatırladığım ilk (belki de tek) video Murat'ların evdeydi.(Evirgen) ilk aldıklarında iki tane filmleri vardı; biri Cüney Tarkın'ın Battalgazi serisindendi, diğerini hatırlayamıyorum, klasik yeşilçam filmlerinden biriydi galiba.
Muhtemelen Betamax'tı, VHS'nin daha pek adı duyulmuyordu o zamanlar.
bütün bir köy halkının kadınlı erkekli gruplar halinde "Hacı Sabriy'in" evinde, defalarca aynı filmi seyrettiğini bilirim.
(bir sonraki post hasbelkader yolu köye düşeniki alman bisikletçi lavukla ilgili olacak, Hacı Sabri deyince onlar aklıma geldi)
hey gidi günler hey
31 Ağustos 2009 Pazartesi
dolmuş

Cevat Akay'dı ( yine yanlış hatırlamıyorsam tabii) köyün bildiğim tek toplu taşıma aracının sahibi. ( bir de oğlu Suat vardı, yaşça bizden daha büyük olan) Ekteki fotograftakine( tabii googledan buluntu)benzer, açık mavi renkli bir Ford'u ile haftada genellikle iki gün ( pazartesi-perşembe) "ıskele'ge" gider gelirdi. sabah 7-7.30 gibi, kütüphanenin önünden hareket eder, öğleden sonra 3-4 gibi Polatlı'dan geri dönerdi.
Selçuk caddesinde, Kazım dayımların apartmanının önüne parkederdi. çarşı-pazardan alınan çeşit çeşit malzemeler getirilir içinde istiflenirdi önceden. cam çereçve açık bir şekilde, püfür püfür bir yolculuk olurdu köye doğru. ne geyikler dönerdi yarım saat-45 dakika süren yolculuk sırasında...
kalabalık günlerde dolmuşta yer bulamayanlar (başka bi arabada da yer bulamadılarsa) taa mezarlık köşesine kadar yürürler, oradan Haymana yönüne giden arabalarla köye ulaşırlardı."bekleme" ya da onun gibi birşey derlerdi oraya.yol boyunca ne çok katlı binalar ne de köşedeki benzinci vardı o zamanlar, sadece "Haymana 39" tabelası vardı gelip geçen araçları seyreden.
yokluk zamanlarıydı o günler, herşey çok azdı,değerliydi,güzeldi...
balya

Sap-samandan devam. hala varmıdır bilmiyorum, benim çocukluk zamanlarımda balya da yapılırdı. köyde birkaç kişide vardı balya makinesi, yanlış hatırlamıyorsam resimdeki gibi turuncu renkliydi hem de. Cengiz (Evirgen) abi'de vardı mesela.
iki telli - üç telli diye ayrılıyordu bildiğim kadarıyla. tarladan genellikle römorka doldurularak köy yakınındaki harman yerlerine taşınırdı, orada kocaman balya blokları haline getirilirdi. sonrasında kamyonlar gelir, pazarlıklar yapılırdı. Tuncay dayımların gençlik zamanlarında balya yükleme işinden para kazandıklarını biliyorum. bir kanca yardımıyla balya kamyona kadar taşınır, orada halterdeki "koparma" stiline benzer bir hareketle kamyona istiflenirdi.
bizim evin arkasındaki balya bloklarında çocuk zamanlarımızda oyunlar da oynardık.balyaları tuğla gibi kullanrak evcikler yapmak, bir balyadan öbürüne atlamak, savaşçılık gibi oyunlarda mevziler yapmak gibi...
şimdi beni tanıyanlar "ulan, bu kadar sap saman yazdın, tarlada yarım gün geçirmişliğin var mı?" diyenler olacaktır.aslında tarla işlerinden bir milim bile anlamam, sadece hatırladıklarımı yazıyorum.
28 Ağustos 2009 Cuma
Angış

Hemen her evde "sürü" olduğu, peynirin/yağın mandıradan alınmadığı zamanlardı. 400-500 koyunluk büyük sürüler geceyi kırda geçirdikten sonra saat 10-11 gibi gelirdi tavşantepe tarafından. bu kadar çok hayvan olunca saman da para ediyordu o zamanlar. samanı tarladan toplamak, bazen tarlada bazen "harman yerinde" patos yapmak standart çiftçilik işleriydi. şimdiki gibi samanı alıp kendi içinde ince saman haline getiren sonra da samanlığa dolduran makineler de yoktu.
neyse, saman mevzuunda yazacak çok şey var, "balya ve patos" ritüellerini de yazacağım sonra. burada bahsetmek istediğim hatırladığım en "özgün" araçlardan biris,angıç ( ya da angış)
Samanı tarladan taşımak amacıyla, römorkun yanları aşağıya doğru indirilerek,ahşap kalaslar ve tellerle yapılmış iğreti bir konstrüksiyon römork tabanına yerleştirilirdi. biçerdöverden arta kalan saman yığınları "yaba"larla buraya atılır; daha fazla saman yüklemek için de üstünde gezilerek sıkıştırma işlemi yapılırdı. benim ilk traktör sürüşüm çayırdaki büyük tarlada saman toplama işine denk gelmişti. dümdüz tarlada yavaş yavaş bir boydan bir boya giderken iki tarafta iki dayım samanları angışa atarlardı. en sonunda, yüklenen saman yaklaşık 4-5 m yüksekliğe geldiğinde köye dönmek için harekete geçerdik. tuncay dayımın o saman kütlesinin üzerinde yolculuk ettiğini de bilirim.
hala biryerlerde kullanılıyormudur bilmem, varsa birileri orjinal resmi çeker de gönderirse onu da paylaşırım. Yukarıdaki resim ilk defa duyanlar için fikir vermesi için (hatırladığım kadarıyla böyle birşeydi) çiziktirildi.
26 Ağustos 2009 Çarşamba
bızavlamak
dün "tatarcasozluk.com" diye bir site buldum. ne kadar işe yarayacağını test etmek için bir kaç kelime gireyim dedim; ilk aklıma gelen "bızavlamak" oldu. yazanın ömrüne bereket, direkt "buzağılamak" diye çevirmiş...
oysa biz bambaşka durumlar için kullanırdık. doyumsuz sohbet akşamları sırasında, zaten fazlasıyla yüksek olan alkol limitinin de üzerine çıkıldığında gerçekleşirdi "bızavlama" eylemi. bilmeyen genç arkadaşlar da olabilir; kusmak diyelim türkçesine.
kişisel geçmişimde hatırladığım en sağlam bızav olayı sevgili Hikmet'in evinde, minderde otururken bir anda odanın ortasına püskürttüğüm iirençliktir. gençlik işte...
hikmet...
oysa biz bambaşka durumlar için kullanırdık. doyumsuz sohbet akşamları sırasında, zaten fazlasıyla yüksek olan alkol limitinin de üzerine çıkıldığında gerçekleşirdi "bızavlama" eylemi. bilmeyen genç arkadaşlar da olabilir; kusmak diyelim türkçesine.
kişisel geçmişimde hatırladığım en sağlam bızav olayı sevgili Hikmet'in evinde, minderde otururken bir anda odanın ortasına püskürttüğüm iirençliktir. gençlik işte...
hikmet...
21 Ağustos 2009 Cuma
türk traktör

Hafızam beni yanıltmıyorsa dedemlerde de vardı bir tane. uzun seneler önce, Polatlı'da görmüştüm yaşlı ve yorgun savaşçıyı. ne anılar saklıyordu kimbilir metal yorgunu sarı-turuncu gövdesinde.

bunu daha iyi hatırlıyorum, Enter öncesinde böyle bir traktörleri vardı dedemlerin. bu fotoğraf netten alınmış bir kare, poz vereni de Hasan Evirgen'e benzettim.
kurban bayramı
şeker bayramından farklı olarak her tarafın et koktuğu zamanlardı. cami sonrası, daha kahvaltı bile yapmadan dedemler girişirlerdi hayvana. ciğer ve kavrulacak et öncelikle çıkarılır, pişirilmek üzere çocuklarla mutfağa gönderilirdi.şimdilerde çok özlediğim o kocaman, kalabalık bayram sofrası taze kavrulmuş ciğerle,etle daha bir farklı kokardı.
ama kurbanın esas farklılığı ikindi vakti camiye çıkarılan yemeklerdi. herşeyin yok olduğu zamanlarda camiye yemeğe gidenler kaşıklarını yanında götürürlermiş, babam öyle anlatırdı. koca koca tepsilerde et yemekleri cami bahçesinde camiden çıkacak adamları ( ve haliyle çocukları) beklerdi. o zamanlardan aklımda kalan caminin giriş bölümündeki camekanlı yerde köyün en yaşlılarının ve hocanın yemek yediğiydi, "kırcımanlar", "caşlar" ve "ballar" ayrı tepsilerde kaşık çalarlardı yağlı yağlı yemeklere. sonrası hocanın "amiin!" çağrısı ile biterdi. bu güzel adet ilk üç gün tekrarlanırdı yanlış hatırlamıyorsam. biz çocuklar genellikle ilk gün gider, sonrasında oyuna dalıp ikindi zamanını unuturduk.
çocukluk sonrası, ilk gençlik zamanlarımızda bir-iki defa daha öğle olmadan etleri alıp iğde ağacının altına gittiğimizi, orada o dinlenmemiş etlerle mangal vs. yapmaya çalıştığımızı hatırlıyorum. sonuçta çiğ çiğ yediğimiz (kömürleşmiş hem de) etlerle ısınmaya başlamış biralar fena olmuyordu. ( sonradan bazılarımız kurban etiyle içki olmaz olayını deşmeye başlayınca mangal olayı kendiliğinden sona erdi)
bu iki atraksiyon dışında şeker bayramından bir farklılık hatırlayamıyorum. çocukken herşey daha güzel oluyordu zaten...
ama kurbanın esas farklılığı ikindi vakti camiye çıkarılan yemeklerdi. herşeyin yok olduğu zamanlarda camiye yemeğe gidenler kaşıklarını yanında götürürlermiş, babam öyle anlatırdı. koca koca tepsilerde et yemekleri cami bahçesinde camiden çıkacak adamları ( ve haliyle çocukları) beklerdi. o zamanlardan aklımda kalan caminin giriş bölümündeki camekanlı yerde köyün en yaşlılarının ve hocanın yemek yediğiydi, "kırcımanlar", "caşlar" ve "ballar" ayrı tepsilerde kaşık çalarlardı yağlı yağlı yemeklere. sonrası hocanın "amiin!" çağrısı ile biterdi. bu güzel adet ilk üç gün tekrarlanırdı yanlış hatırlamıyorsam. biz çocuklar genellikle ilk gün gider, sonrasında oyuna dalıp ikindi zamanını unuturduk.
çocukluk sonrası, ilk gençlik zamanlarımızda bir-iki defa daha öğle olmadan etleri alıp iğde ağacının altına gittiğimizi, orada o dinlenmemiş etlerle mangal vs. yapmaya çalıştığımızı hatırlıyorum. sonuçta çiğ çiğ yediğimiz (kömürleşmiş hem de) etlerle ısınmaya başlamış biralar fena olmuyordu. ( sonradan bazılarımız kurban etiyle içki olmaz olayını deşmeye başlayınca mangal olayı kendiliğinden sona erdi)
bu iki atraksiyon dışında şeker bayramından bir farklılık hatırlayamıyorum. çocukken herşey daha güzel oluyordu zaten...
14 Ağustos 2009 Cuma
şeker bayramı-2
Seneler ilerleyip “caş” olduğumuzda bayram namazı için camiye de girmeye başladık. Caminin üst katı bizim gibi zıpırlara açılırdı. Namaz sırasında mutlaka birisi kıkırdar, dikkati dağıtırdı. Esas muhabbet namaz sonrasında olurdu: aşağıdaki adamların tamamı, başta hoca ve köyün en yaşlıları olmak üzere sıralanırlar; bayramlaşırlardı. İlk sıralı bayramlaşma benim için pek hoş bir sürpriz olmuştu.
Namaz sonrası evlere dağılır kahvaltı yapardık. Topluca, herkesin birarada olduğu güzel anlardı. Kahvaltı sonrası bir şekilde elemanlarla buluşur, köydeki yakın bulduğumuz evleri gezerdik. ( artık büyümüştük, fıstık torbasının ağırlığı pek bir anlam ifade etmiyordu tabii)
Neyse, evleri dolaşıp şeker ya da çikolata alma faslı da bittikten sonra serin bir yerde bayramın ilk biralarını içmeye başlardık. ( Bir tek Serdar’ın (Ağıral)bayramda bira içmediğini hatırlıyorum; o da ilk iki gün içmiyordu galiba)
Öğleden soran saat 2 gibi kızlar dolaşmaya başlardı. Biz de “kızlara” kabul edilmeye başladıktan sonra onların peşinden gezmeye başlamıştık. Şimdi düşününce çok anlamsız gelen bir olay o zamanlar bizim için pek önemliydi. Aynı kızlı-erkekli grup bir evden öbür eve dolaşıp duruyor; aynı şarkılar, aynı ikramlar, aynı muhabbet...
Gündüz gezileri biraz kısa sürerdi, esas eğlenceli olan gece toplanmalarıydı. Bizim zamanımız kızlı erkekli beraber gezilen “modern” zamanların başlangıç yıllarıydı. Pek sorunla karşılaşmadan “caşlar” da evlere girerlerdi. Akşamları penceredenin açılıp elemanların cama yığılması zamanı geride kalmıştı. gene de, usulen cam açılır; içeriye giremeyenler de oradan dahil olurdu muhabbete.
sene 88 di, karışık bir kaset çıkmıştı piyasaya. "fidayda" o yıl hangi bayrama denk geldiyse artık, üç gün içinde yüz defa falan çalınmıştı. onun dışında kızlar canlı şarkı da söylerlerdi avaz avaz; darbuka ve tef çalarak. "gide gide bir söğüde dayandım" türküsünden o zamandan beri nefret ederim.
Bayram esas geceleri olurdu. Köyün bakkalının içi,önü yaş gruplarına göre dolup taşardı. Bir süre bakkal civarında devam eden muhabbet gecenin ilerleyen saatleriyle evlere ya da köyün belli başlı “piyz” mekanlarına taşar; biraların biri biter biri açılırdı. İlk başlarda şişe biralar vardı, sonrasında kutuya girdi o caanım altın sarısı içecek.
sıradaki post kurban bayramı ritüelleri...
Namaz sonrası evlere dağılır kahvaltı yapardık. Topluca, herkesin birarada olduğu güzel anlardı. Kahvaltı sonrası bir şekilde elemanlarla buluşur, köydeki yakın bulduğumuz evleri gezerdik. ( artık büyümüştük, fıstık torbasının ağırlığı pek bir anlam ifade etmiyordu tabii)
Neyse, evleri dolaşıp şeker ya da çikolata alma faslı da bittikten sonra serin bir yerde bayramın ilk biralarını içmeye başlardık. ( Bir tek Serdar’ın (Ağıral)bayramda bira içmediğini hatırlıyorum; o da ilk iki gün içmiyordu galiba)
Öğleden soran saat 2 gibi kızlar dolaşmaya başlardı. Biz de “kızlara” kabul edilmeye başladıktan sonra onların peşinden gezmeye başlamıştık. Şimdi düşününce çok anlamsız gelen bir olay o zamanlar bizim için pek önemliydi. Aynı kızlı-erkekli grup bir evden öbür eve dolaşıp duruyor; aynı şarkılar, aynı ikramlar, aynı muhabbet...
Gündüz gezileri biraz kısa sürerdi, esas eğlenceli olan gece toplanmalarıydı. Bizim zamanımız kızlı erkekli beraber gezilen “modern” zamanların başlangıç yıllarıydı. Pek sorunla karşılaşmadan “caşlar” da evlere girerlerdi. Akşamları penceredenin açılıp elemanların cama yığılması zamanı geride kalmıştı. gene de, usulen cam açılır; içeriye giremeyenler de oradan dahil olurdu muhabbete.
sene 88 di, karışık bir kaset çıkmıştı piyasaya. "fidayda" o yıl hangi bayrama denk geldiyse artık, üç gün içinde yüz defa falan çalınmıştı. onun dışında kızlar canlı şarkı da söylerlerdi avaz avaz; darbuka ve tef çalarak. "gide gide bir söğüde dayandım" türküsünden o zamandan beri nefret ederim.
Bayram esas geceleri olurdu. Köyün bakkalının içi,önü yaş gruplarına göre dolup taşardı. Bir süre bakkal civarında devam eden muhabbet gecenin ilerleyen saatleriyle evlere ya da köyün belli başlı “piyz” mekanlarına taşar; biraların biri biter biri açılırdı. İlk başlarda şişe biralar vardı, sonrasında kutuya girdi o caanım altın sarısı içecek.
sıradaki post kurban bayramı ritüelleri...
şeker bayramı - 1
Unutmak ne mümkün o güzel günleri...
Benim çocukluğum ramazanların sıcak, uzun yaz günlerine denk geldi. ( yaşlandık artık, Ramazan gene yaz aylarına geliyor; bu 35 yıl devrildi demektir) Uzun, sıcak, kavruk yaz sıcağında oruç ta pek zor gelirdi bi çocukarla. Kim tutardı kim tutmazdı pek hatırlamıyorum ama çocuk kontenjanından öğlene kadar oruç tuttuğu günler olmuştu. Akşam vakti yaklaşıp sofra telaşı başladığında “ocakay” ın ezanı okumasını sabırsızlıkla beklerdim. Birkaç günde bir mutlaka hamur yemeği pişerdi bizim evde. O muhteşem koku ( hele bir de şırbörekse) bütün “karaltı”yı kaplar, “zapar” statüsünden pişen yemeğin tadına önce ben bakardım.
Esas keyif akşamları olurdu. Teraviye gitmek niyetiyle evden çıkıp tenha bir köşede gizlice sigara içerdik topluca. Ramazanda içki olmuyordu haliyle...
Son gün gelip, “arpe”, iftar için şırbörek pişirildiğinde pek mutlu olurdum. Arife geceleri tuhaf bir dinginlikle geçerdi diye hatırlıyorum. Herkes erkenden dağılırdı, pek bir muhabbet te olmazdı.
Vee bayram sabahı. Evde bir koşuşturmaca olurdu hep. Dedem camiye evdeki herkesten önce giderdi. Bayramlıkları giyip cami bahçesinin yanında, “patmabay, Fatma abay” ın kapısında bekleşirdik çocuk zamanlarımızda. Sonrasında adamların camiden çıkışını görür görmez “bayramınız kayırlı bosun!!!” şeklinde şuursuzca bağırarak pamabay’ın evinden başlayarak köydeki tüm evleri dolaşır, elimizdeki poşetlere kabuklu fıstık doldururduk. Fıstığın yanında beyaz mevlana şekeri, ceviz, bonbon şeker, hatta elma verildiği de olurdu. Bir de “Lami ve Lord” efsanesi vardı ki, ayrı bir post konusudur, çocuklara verilmezdi. Erkek çocuklarda bir “hurraa!!!” gidişi olurdu genelde. Ne acelemiz vardı bilmem? Kızlar ayrı gezerlerdi. Bütün köy dolaşılıp poşetler ağırlaştığında bir yerde ( genellikle Oğuzların aşganada) oturup kim daha fazla toplamış diye bakardık. ( yanlış hatırlıyor olabilirim ama; bir seferinde Tarık’ın poşetinde ağırlık olsun diye konmuş bir taş bulmuştuk ) O işi de bitirdikten sonra klasik çocuk oyunlarına geri dönerdik, bayram biterdi bizim için. Konu açılmışken aklıma geldi; şimdiki gibi marka poşetleri yoktu tabii. Aklımda iki tane poşet kalmış : Ferruh Açık ve Erdoğan Tuhafiye baskılı poşetleri.
Bayram münasebetiyle alınmış harçlıkların köy bakkalında gazoz vs. Gibi şeylere tahvil edilmesi, geç çocukluk-ilk gençlik zamanlarının gizli gizli sigara-bira denemeleri yapılması genelde akşam saatlerinde olurdu)
bir sonraki post gençlik yıllarının bayramları ile ilgili
Benim çocukluğum ramazanların sıcak, uzun yaz günlerine denk geldi. ( yaşlandık artık, Ramazan gene yaz aylarına geliyor; bu 35 yıl devrildi demektir) Uzun, sıcak, kavruk yaz sıcağında oruç ta pek zor gelirdi bi çocukarla. Kim tutardı kim tutmazdı pek hatırlamıyorum ama çocuk kontenjanından öğlene kadar oruç tuttuğu günler olmuştu. Akşam vakti yaklaşıp sofra telaşı başladığında “ocakay” ın ezanı okumasını sabırsızlıkla beklerdim. Birkaç günde bir mutlaka hamur yemeği pişerdi bizim evde. O muhteşem koku ( hele bir de şırbörekse) bütün “karaltı”yı kaplar, “zapar” statüsünden pişen yemeğin tadına önce ben bakardım.
Esas keyif akşamları olurdu. Teraviye gitmek niyetiyle evden çıkıp tenha bir köşede gizlice sigara içerdik topluca. Ramazanda içki olmuyordu haliyle...
Son gün gelip, “arpe”, iftar için şırbörek pişirildiğinde pek mutlu olurdum. Arife geceleri tuhaf bir dinginlikle geçerdi diye hatırlıyorum. Herkes erkenden dağılırdı, pek bir muhabbet te olmazdı.
Vee bayram sabahı. Evde bir koşuşturmaca olurdu hep. Dedem camiye evdeki herkesten önce giderdi. Bayramlıkları giyip cami bahçesinin yanında, “patmabay, Fatma abay” ın kapısında bekleşirdik çocuk zamanlarımızda. Sonrasında adamların camiden çıkışını görür görmez “bayramınız kayırlı bosun!!!” şeklinde şuursuzca bağırarak pamabay’ın evinden başlayarak köydeki tüm evleri dolaşır, elimizdeki poşetlere kabuklu fıstık doldururduk. Fıstığın yanında beyaz mevlana şekeri, ceviz, bonbon şeker, hatta elma verildiği de olurdu. Bir de “Lami ve Lord” efsanesi vardı ki, ayrı bir post konusudur, çocuklara verilmezdi. Erkek çocuklarda bir “hurraa!!!” gidişi olurdu genelde. Ne acelemiz vardı bilmem? Kızlar ayrı gezerlerdi. Bütün köy dolaşılıp poşetler ağırlaştığında bir yerde ( genellikle Oğuzların aşganada) oturup kim daha fazla toplamış diye bakardık. ( yanlış hatırlıyor olabilirim ama; bir seferinde Tarık’ın poşetinde ağırlık olsun diye konmuş bir taş bulmuştuk ) O işi de bitirdikten sonra klasik çocuk oyunlarına geri dönerdik, bayram biterdi bizim için. Konu açılmışken aklıma geldi; şimdiki gibi marka poşetleri yoktu tabii. Aklımda iki tane poşet kalmış : Ferruh Açık ve Erdoğan Tuhafiye baskılı poşetleri.
Bayram münasebetiyle alınmış harçlıkların köy bakkalında gazoz vs. Gibi şeylere tahvil edilmesi, geç çocukluk-ilk gençlik zamanlarının gizli gizli sigara-bira denemeleri yapılması genelde akşam saatlerinde olurdu)
bir sonraki post gençlik yıllarının bayramları ile ilgili
13 Ağustos 2009 Perşembe
arjantin 1978

hatırladığım ilk dünya kupasıdır 78. biz dedemlerin evinde, ercan dayım kendi evine seyrederdik. çoğunlukla almanları desteklediğimi hatırlıyorum o zamanlar. arjantin gol attığında ercan dayımın duvara vurup gool diye bağırdığını da hatırlıyorum.
o zamanlar çoğunlukla almanya tutulurdu; brezilya sempatisi her zaman vardı tabii. bir de, hangisi hatırlamıyorum; ramazan ayına denk gelmişti dünya kupası. dönemin hocası maçlara yetişmek için teravih namazını hızlandırılmış bir şekilde kıldırırdı.
yaşlandık artık, ramazan gene yaz aylarına gelmeye başladı; hiç bir zaman eski güzel ramazan ayları gibi olmayacak şekilde. bir sonraki post ramazan bayramı ritüeli üzerine olacak. ( lami ve lord şekerlerini anlatacağım hem de)
12 Ağustos 2009 Çarşamba
karayavşanspor
polatlı'da neredeyse hiç kalmadım, ama nasıl denk geldiyse tuncay dayımla birlikte karayavşan-kargılı maçına gitmiştik. ( ya da yeni mehmetli) seneyi ve kadroyu tam hatırlamıyorum tabii. ama kalede burhan yetkin vardı. ercan dayım yedekti o zamanlar. bir de rahmetli kabadayıyı hatırladım; o zaman bile bayağı yaşına rağmen oynamıştı sonradan girip. karşı takımda "paşa Hüseyin" vardı, fenerbahçe'de bile oynamıştı o zamana kadar. o mçta ben saha kenarında, Burhan'ın kalesinin arkasındaydım, paşa'nın attığı gol bugün gibi gözümün önünde. maç sonucu 2-0 ya da 3-0 gibi birşeydi...
google'da arayınca şu linki buldum şimdi;
http://www.alkaralar.com/icerikarastir.php?name=Kose_Yazilari&file=yazi_oku&sid=173
bayağı iyi hatırlamışım. Karayavşan renkleri kırmızı-siyahtı yamulmuyorsam, o formayı giymek bana bile nasip olmuştu bir keresinde. bir bayram günüydü, hiç unutmuyorum. Karakaya ile köy maçı var dediler, toplandık gittik. kadro o kadar zayıftı ki ben de bir devre oynamıştım. sonuç ? 0-6
köyün dışında, nispeten düz bir arazideki futbol sahasında yapılmıştı maç. ahşap telefon direklerinden yapılmış kaleler vardı, saha sınırları da belli belirsiz dikenlerden oluşturulmuştu.
sonra da belki hiç oynanmadı orada ?
google'da arayınca şu linki buldum şimdi;
http://www.alkaralar.com/icerikarastir.php?name=Kose_Yazilari&file=yazi_oku&sid=173
bayağı iyi hatırlamışım. Karayavşan renkleri kırmızı-siyahtı yamulmuyorsam, o formayı giymek bana bile nasip olmuştu bir keresinde. bir bayram günüydü, hiç unutmuyorum. Karakaya ile köy maçı var dediler, toplandık gittik. kadro o kadar zayıftı ki ben de bir devre oynamıştım. sonuç ? 0-6
köyün dışında, nispeten düz bir arazideki futbol sahasında yapılmıştı maç. ahşap telefon direklerinden yapılmış kaleler vardı, saha sınırları da belli belirsiz dikenlerden oluşturulmuştu.
sonra da belki hiç oynanmadı orada ?
aşağı mahalle - yukarı mahalle maçları
Aslında maçları yazmadan önce "aşağı / yukarı" kavramlarını ve sınırlarını çizmek gerek diye düşünüyorum. benim jenerasyondan bir öncekinde ( erol-erkal-ilhan-hasan-ersin dönemi gibi)pek aşağı/yukarı ayrımı yoktu bigi hatırlıyorum. buna karşılık benim çocukluk dönemimde bayağı bir gruplaşma içindeydik. biz "yukar malle" nin çocukalrı daha çok yaz tatillerinde köye gelenlerden oluşuyorduk : ben, oğuz-atilla, hikmet, tarık, hacı ahmet,murat, ergin. rahmetli acı meşit" in torunu tamer bazen bizle bazen aşağı ile takılırdı. aşağı mahallenin çocukları arasında serdar,sertaç, yasin, recep, samim, serkan ilk başta aklıma gelenler. bizden bir sonraki jenerasyon daha kalabalıktı, onlar içinde yaşça bize yakın olanlar da maç kadrosu içinde yer alırdı.
orak zamanı bitip te yapacak işi kalmayan adamların gaza getirmesi ile akşamüstleri bayağı iddalı maçlar yapardık; ya aşağıda, erkalların evinin bitişiğindeki boş alanda ya da bayırbaşında. bazen dedemlerin arka tarafındaki harman yerinde ya da cengiz abinin bahçesinde oynadığımız da olurdu, ama favori yer erkal'ların arkasındaki alandı.
hafif aşağıya doğru eğimli, 30 X15 m lik bir arsaydı orası. orayı daha önemli kılan okul tarafındaki eski evdi. (bir dönem kahve olarak ta çalıştığını hatırlıyorum) oranın terasında adamlar toplanıp genelde "bizi" kızdırılardı. bir de şepiyık'ın efsanevi "uğrak" bakkaliyesi de orada, yol üstündeydi hemen. yol kenarında bir de voleybol sahası vardı; bizden büyükler akşamüstü orada "veleybol" oynarlardı birasına. ( bak şimdi, o da ayrı bir blog konusu olsun) rahmetli "hacı abinin" evlerinden çıkıp maç sahasının kenarından yukarı doğru gidişi, giderken de mutlaka bize laf atışını da hiç unutmadım tabii.
maçlarda ne mi olurdu? genellikle aşağı mahalle bizi yenerdi. itiraf etmek gerek, serdar,sertaç,yasin, metin, ( hatta o zamanlar ufacık olan vahit - ki ingiliz whiteside dan dolayı vayitsayit olarak söyleyenler de vardı diye hatırlıyorum; ya da şimdi uydurdum- ) bayağı iyi oyunculardı.
bazen biz de kazanırdık canım.. bunları yazınca aklıma bir bayram günü hasbelkader benim de oynadığım köy maçı geldi, bir de polatlıdaki köylerarası turnuva. onu da bir sonraki blogda yazacağım.
güzel günlerdi...
orak zamanı bitip te yapacak işi kalmayan adamların gaza getirmesi ile akşamüstleri bayağı iddalı maçlar yapardık; ya aşağıda, erkalların evinin bitişiğindeki boş alanda ya da bayırbaşında. bazen dedemlerin arka tarafındaki harman yerinde ya da cengiz abinin bahçesinde oynadığımız da olurdu, ama favori yer erkal'ların arkasındaki alandı.
hafif aşağıya doğru eğimli, 30 X15 m lik bir arsaydı orası. orayı daha önemli kılan okul tarafındaki eski evdi. (bir dönem kahve olarak ta çalıştığını hatırlıyorum) oranın terasında adamlar toplanıp genelde "bizi" kızdırılardı. bir de şepiyık'ın efsanevi "uğrak" bakkaliyesi de orada, yol üstündeydi hemen. yol kenarında bir de voleybol sahası vardı; bizden büyükler akşamüstü orada "veleybol" oynarlardı birasına. ( bak şimdi, o da ayrı bir blog konusu olsun) rahmetli "hacı abinin" evlerinden çıkıp maç sahasının kenarından yukarı doğru gidişi, giderken de mutlaka bize laf atışını da hiç unutmadım tabii.
maçlarda ne mi olurdu? genellikle aşağı mahalle bizi yenerdi. itiraf etmek gerek, serdar,sertaç,yasin, metin, ( hatta o zamanlar ufacık olan vahit - ki ingiliz whiteside dan dolayı vayitsayit olarak söyleyenler de vardı diye hatırlıyorum; ya da şimdi uydurdum- ) bayağı iyi oyunculardı.
bazen biz de kazanırdık canım.. bunları yazınca aklıma bir bayram günü hasbelkader benim de oynadığım köy maçı geldi, bir de polatlıdaki köylerarası turnuva. onu da bir sonraki blogda yazacağım.
güzel günlerdi...
6 Ağustos 2009 Perşembe
bira bu kapağın altındadır

Kutu biralar daha hayatımıza girmemişti tabii... (pis amerikan filmlerinde gördüğümüz kutu içecek olayını ilk "Bixi Cola" adlı iğrençlikle tatmıştık, onu ayrı bir yerde anlatırım sonra) Bizim çocukluğumuz, gençliğimiz " o kapağın altındaki bira" sloganını dinleyerek geçti. Kayredin abiy bol bol getirirdi, kasa kasa götürürdük!
Arada bir "Baco" Tuborg getirirdi, bazıları da "kırmızı" olurdu, yüksek alkollü cinsinden. O daha sonra...
5 Ağustos 2009 Çarşamba
Gazoz / Gozoz / Kazoz

Köyde iki bakkal dükkanı olduğu zamanlardı. Bira, kola, gazoz gibi hayati sıvılar ev tipi buzdolaplarında olurdu. Buzdolabı kapğında fiyat tarifesi olurdu kötü bir yazı ve daha kötü bir Türkçe ile yazılmış. O yazılardan aklında kalanı ise tabii ki gazoz için yazılanlardı : Şepıyık'ta "KAZOZ" ; Baco'da "GOZOZ"
Benim çocukluğum Elvan ve Uludağ gazozun olduğu; cola'ya "kara" , yedigün'e "sarı" denilen zamanların çocukluğudur. bir de Aroma vardı, koyu renkli şişesiyle.
Şişenin ağzını başparmağımızla kapatıp sallamak, sonra da şişe ağzını biraz aralayıp buz gibi gazozu F1 yarışı kazanmış da şampanya içen pilot edasıyla içmek güzel gelirdi bize. ( o zamanlar F1 den haberimiz yok tabii) Bir de gazozun içine beyaz leblebi atardık hatırladığım kadarıyla...
MAN

MAN Kamyon... çocukluk günlerimden aklımda kalan iki kamyon markasından birisi. (Diğeri Ford D1210 ) Biraz google çalışması yapınca hatırladım; üç modeli vardı o zamanlar MAN'ın. 520 HN / 19.190 / 22.190 . Ayfer abinin (Evirgen) galiba 520 HN si vardı.
kamyon demişken Murat'ların (Evirgen) bahçeyi ikiye ayıran efsanevi kamyona bir selam gönderelim. markasını/modelini birisi söylese de burada herkesle paylaşsam ne güzel olurdu.
4 Ağustos 2009 Salı
tren istasyonu

genelde boğaziçi ile giderdim, "mavi tren" o zamanlar durmazdı polatlı'da. uzun, sıcak, bitmek bilmeyen tren yolculukları sonrasında indiğim istasyon binasını unutmak ne mümkün. (biraz daha büyüyüp "gar'da bira" olayına girdiğimde daha da anlam kazandı tabii.) neredeyse 30 yıldır hiç değişmeyen bir binadır orası, Teoman'ın "istasyon insanları" şarkısını duyduğumda ilk gözümün önüne geliveren.
istasyon binasının ana merdivenlerine geldiğimde ilk gördüğüm Atatürk heykeli ve meşhur "Pastacılar" pastanesi olurdu köşede. sonraları bir köşeye de "Midas" açılmıştı, hala varmıdır bilmem.
farz oldu; ilk Polatlı'ya gidişte gidip bir ziyaret edeceğim; hala mümkünse bir bardak ta bira içeceğim tabii. Malum mahalle baskısı :-(
3 Ağustos 2009 Pazartesi
rakı

Biz rakıyı bu şişesinde sevdik o zamanlar. o keskin, naif anason kokusu sizin de burnunuza geldi mi peki? "Kozu" derdik bazen, aşırma tavukla pek de güzel giderdi. tabii ki çay bardağında içilirdi, ööle şimdiki gibi rakı kadehleri yoktu pek. (birgün günümüz rakı kadehinden bahsedecek olursam üstad Aydın Boysan'ın tasarımını uzuun uzun anlatmak isterim. )
28 Temmuz 2009 Salı
Arabalar
Herkesin arabasının olmadığı, olan arabaların da pek matah birşey olmadığı yıllardı. polatlı'ya gitmek için genellikle perşembe sabahları köy minibüsü kulanılır; ya da arabası olanlar önceden ayarlanırdı. O günlerden aklımda kalan arabaları şöyle bir sıraladım, aklıma geldikçe ilave de ederim:
1- Renault 12

Tabii ki de station. tüm bir Anadolu'yu taşıdı o arabalar. Karayavşan'dan hatırlamıyorum ama Ahırlıkuyu'dan efsane iki sürücü biliyorum. Rahmetli "Abiy Akay" ve "Özkun Amca". Kazım dayımın da vardı, plakasını bir türlü hatırlayamadığım.
2- Murat 131
Bizim oralarda pek yoktu ilk zamanlar. Tek hatırladığım Murat (Evirgen) ların "Acı Mırat" ıydı. turuncuydu yamulmuyorsam.

3- Murat 124
Köyde kimsede yoktu galiba. gene de listeye koydum, böyle zamanlardan bahsedip 124 ten bahsetmemek olmaz. bugünlerde "Muro" adlı şebek filminde yeraldığı için yeniden popüler olmuş, daha önce de Cem Yılmaz gündeme getirmişti.

4- Anadol
Çok küçükken dedemlerin de vardı bir Anadolu. Gönlümüzdeki yeri hiç değişmedi, hep varolacak.

5- Anadol SW
Yusuf Akay almıştı bir tane, epey bir polatlı'ya gidip gelmişliğim vardır.

6- Ford 17M
Evirgen'lerin vardı bir tane. Maviydi yanlış hatırlamıyorsam.

7 - Şimdilik bu kadar. tabii ki 59 vosvosumuzun resmini koyacağım, bir de Uğurların Mitsubishisi geldi şimdi aklıma, lancerdı galiba. Ne dersin Uğur?
1- Renault 12

Tabii ki de station. tüm bir Anadolu'yu taşıdı o arabalar. Karayavşan'dan hatırlamıyorum ama Ahırlıkuyu'dan efsane iki sürücü biliyorum. Rahmetli "Abiy Akay" ve "Özkun Amca". Kazım dayımın da vardı, plakasını bir türlü hatırlayamadığım.
2- Murat 131
Bizim oralarda pek yoktu ilk zamanlar. Tek hatırladığım Murat (Evirgen) ların "Acı Mırat" ıydı. turuncuydu yamulmuyorsam.

3- Murat 124
Köyde kimsede yoktu galiba. gene de listeye koydum, böyle zamanlardan bahsedip 124 ten bahsetmemek olmaz. bugünlerde "Muro" adlı şebek filminde yeraldığı için yeniden popüler olmuş, daha önce de Cem Yılmaz gündeme getirmişti.
4- Anadol
Çok küçükken dedemlerin de vardı bir Anadolu. Gönlümüzdeki yeri hiç değişmedi, hep varolacak.

5- Anadol SW
Yusuf Akay almıştı bir tane, epey bir polatlı'ya gidip gelmişliğim vardır.

6- Ford 17M
Evirgen'lerin vardı bir tane. Maviydi yanlış hatırlamıyorsam.

7 - Şimdilik bu kadar. tabii ki 59 vosvosumuzun resmini koyacağım, bir de Uğurların Mitsubishisi geldi şimdi aklıma, lancerdı galiba. Ne dersin Uğur?
27 Temmuz 2009 Pazartesi
Top 10 - yemek
her evin, her köyün, her kültürün özel yemekleri vardır. hazırlanması, pişirilmesi özeldir; özel günlere denk getirilir. İşte onlardan aklımda ve damağımda kalanlar. ( yazmaya başlayınca aslında çok ta fazla olmadığını gördüm, üzüldüm de)
1-Şırbörek
Uzak ara birincidir, olmazsa olmazdır, her daim başımızın tacıdır. En güzeli herkesin annanesinin/annesinin yaptıklarıdır. genelde "aşgana" da, şöyün kazan / saman balyası ( bazı yerlerde tezek) / kızgın yağ üçlüsüyle pişirilen; kokusu bütün "karaltı" ya yayılan efsanevi yiyeceğimizdir. yağdan alınıp sıcak sıcak, ağzı yakarak yenmesi en makbülüdür. biraz soğumuşu, epey soğumuşu, bir gün önceden kalmışı da yenir tabii...
2-Cantık
En basit tarifi "mayalı hamurun için köfte" olsa da çok farklı versiyonlarını yemek mümkündür. kimisi çok kabarır, büyüktür; kimisi biraz yanıktır, yağlıdır. velhasıl, cantık güzel bir börektir, dieğrleri kadar çok emek istemez. piştimi de pek güzel kokar.
3-Köbete
İşte bir klasik daha. tavuklu ve kıymalı versiyonları olur. kat kat hamurun üstüne haşlanmış patatesle birlikte et/tavuk parçaları yerleştirilir, üstü ince bir kat yufka/hamurla kaplanır. kenarları simit gibi burulur. nefistir nefis!
4-Kaşıkbörek
"Mantı" deyip geçmek işin kolay yanıdır. "öguzbörek, tabakbörek" gibi versiyonları vardır. pek güzel olur yemesi kaşık kaşık. bir tanesinin içine bezelye, nohut falan koyardı bizimkiler, onu bulmaya çalışmak ayrı bir tat katardı.
5-Kalakay
benim için uzun yaz gecelerinin sonunda, sabaha karşı sahurlarında, "temeş", annanemin sıcak sıcak pişirdiği dayanılmaz kokulu yağlı börektir. ne zaman yesem, kokusunu duysam çook eskilere, 5-6 yaşlarıma geri dönerim. peynirle,reçelle, sade; her türlüsü pek güzel olur.
6-Baklava
düğünlerde yapılan baklavadan bahsediyorum tabii ki. kat kat ince hamurdan, fındık fıstık eklemesi yapılmadan, safi şerbete bulanmış kalori deposu, enerji bombası caanım baklava. ne kadar çok oldu yemeyeli.
7-koyun peyniri
bizim oralarda yetişen "yavşan" otunu yiyen koyunlardan alınan sütle yapılan o güzel peynir. eskiden dedemler yılda 100 ( belki de daha fazla) teneke peynir yaparlardı. o hikayeyi ayrı bir şekilde anlatırım.
8-Tavuk
Tabii aşırma tavuklardan bahsediyorum. Rahmetli "Acı Meşit" ten, ya da Taner abiy'in tavuklarından mesela... yerine ve zamanına göre, çaydanlıkta ya da "yarım"da pişirilen/haşlanan, gece karanlığında ne yendiği bilinmeden bir güzel "sıdırılan" o besili tavuklardan. ööle kimyasalla büyütülen falan diil, gerçek köy tavuklarından.
9-Sarburma
bildiğimiz yufka böreği aslında. tavaya sarmal dizilmiş yufkaların içinde genellikle patates, kıyma ya da peynir olurdu. o efsanevi dairesel fırının içinde pişer, sıcak sıcak servis edilirdi. yanında "cazma" da pek güzel giderdir.
10-Tüverek & Ulkum
Şırböreğin kıymasız ve tam daire şeklide olanına tüverek denirdi. Genellikle şırbörek içi bittikten sonra kalan hamurla kızartılırdı. Ulkum dediğimiz ise küçük hamur parçalarının kızgın yağda kızartılmasından başka birşey diil aslında. ama, "kavelte" çıkarıldığında,patates yemeği ile birlikte ulkum verilirdi. soğuk soğuk, içine peynir koyup yemeyi de pek severdim.
18 Temmuz 2009 Cumartesi
"enter"

Girişi biraz "ironik" yapayım dedim; "International TOE, bizim oralarda söylendiği şekliyle "enter"; dedemlerin uzun bir süre kullandığı 654-S , çok özgün bir traktördü, özellikle geri vitesiyle. Sürücünün sol tarafında, ayrı bir vites kolu vardı geriye "takmak" için. ben en çok sarı-kırmızı rengini severdim.
konu açılmışken ileride diğer resimleri de koyacağım : Efsanevi "Masaris ( Massey Harris)" , köydeki tek "Condere, John Deere" , Masseyler, Fordlar, Fiatlar...daha da geriye gidersem büyük/küçük Türk Traktörleri tabii
17 Temmuz 2009 Cuma
başlarken
" ...Benim köyüm küçük bir köydür / Ben gitmezsem daha da küçük olur..."
bu blogda çocukluğumun, ilk gençliğimin en güzel, en rahat, en keyifli günlerini geçirdiğim Karayavşan'la ilgili anılarımı, hatırladıklarımı aklımda kaldığınca yazacağım.
6-7 yaşlarımda başladım yazları köye gitmeye, üniversite bitene kadar da düzenli bir şekilde yazları oradaydım.Şıhali'den sonra, virajlı yol başlayıp tüm merayı görmeye başladığımda içimi bir heyecan kaplardı; iğde ağacının yanındaki kavağı uzaktan gördüğümde "işte geldim" derdim... İstanbul'a dönüş vakti geldiğinde, sabahın erken saatinde,"Susa" da son bir bakış atardım köye; içim buruk.
bu hesapla, yaklaşık 1978 - 1993 yılları arasındaki 15 yılda yaşadıklarımı yazacağım. Mesela "Karşaga" yı yazacağım, "Kayredin abiy!" şeklindeki gece yarısı uyandırmalarını, "Bünyamin abinin bahçesini, düğünleri, "buzavlamayı", "Kabadayı'yı" da...
bu blogda çocukluğumun, ilk gençliğimin en güzel, en rahat, en keyifli günlerini geçirdiğim Karayavşan'la ilgili anılarımı, hatırladıklarımı aklımda kaldığınca yazacağım.
6-7 yaşlarımda başladım yazları köye gitmeye, üniversite bitene kadar da düzenli bir şekilde yazları oradaydım.Şıhali'den sonra, virajlı yol başlayıp tüm merayı görmeye başladığımda içimi bir heyecan kaplardı; iğde ağacının yanındaki kavağı uzaktan gördüğümde "işte geldim" derdim... İstanbul'a dönüş vakti geldiğinde, sabahın erken saatinde,"Susa" da son bir bakış atardım köye; içim buruk.
bu hesapla, yaklaşık 1978 - 1993 yılları arasındaki 15 yılda yaşadıklarımı yazacağım. Mesela "Karşaga" yı yazacağım, "Kayredin abiy!" şeklindeki gece yarısı uyandırmalarını, "Bünyamin abinin bahçesini, düğünleri, "buzavlamayı", "Kabadayı'yı" da...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)