31 Aralık 2010 Cuma

Mutlu Yıllar



Köyde hiç yılbaşı geçirmedim, ama yukarıdaki kareyi eminim 1984 yılbaşı gecesi Karayavşan'ın yarısından fazlası seyretmiştir. O zamanlar çok da fazla alternatif yoktu zaten.

Herkese mutlu yıllar...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Hikmet - 2



çocukluk arkadaşları ile ilk karşılaşma genelde hatırlanmaz; Onlar hep vardır çünkü. Hikmet de onlardan biriydi benim için. hafızamı zorlayıp çook eskilere gitmeye çalışsam da çocukluk günlerimiz pek gelmiyor gözümün önüne: aşağıdaki evlerinin önünde bir iki kare, bir de yukarı evin önünden bir sahne, hepsi o kadar.

Kartların "Allah'ın Hikmeti" diye sevdiklerini hatırlıyorum küçükken. doğuştan cana yakın; herkesle kolay iletişim kurabilen bir çocuktu. hafif yan basıp yürüyüşü eskilerden birini hatırlattı ama adını çıkaramadım şimdi. bir de "Atatürk" taklidi yapardı, adamların yanlarına çağırıp "Atatürk bol!" dedikleri geldi aklıma...

çocukluk zamanları hızla geçti, büyümeye başladık. çocukluktan gençliğe geçiş zamanlarımızda Hikmete dair hatırladığım iki anı var; birincisi -sanırım latife ablanın düğünü için- teyzemlerle Sincan'daki evlerine gittiğimiz zaman. ikincisi de soğuk, yağmurlu bir Ekim zamanı, Hatice teyzemin düğünü için Şehnaz ablayla birlikte köye geldikleri gün.

sonrasını daha rahat hatırlıyorum tabii. özellikle üniversite çağına geldiğimiz zamanlar dün gibi aklımda. yukarıdaki resim de o günlerden kalma. Tavşantepe'ye doğru, su deposuna çıktığımız bir akşam çekilmiş bir kare. kim çekti hatırlamıyorum ama beni yarım çekmiş ne yazık ki. "ikmet" te tam ortada durmuş gülümsüyor...

Soldan sağa : Ayhan-Neşe-Zuhal-Ayşegül-Dilek-Özlem-İlhan / Mutlu / Hikmet

saç-baş, kılık kıyafet efsanevi 80'ler modası...

21 Aralık 2010 Salı

Hikmet



Zülfü livaneli'yi hiç sevmem. Leman Sam'dan da pek hazetmem. Ama bu ikilinin "Livaneli şarkıları" adlı bir albümü vardır ki birkaç yılda bir elime gelir, uzun uzun dinlerim. hele bir şarkı vardır ki kaybettiğim arkadaşlarımı getirir gözümün önüne; dalar giderim :


çözülen bir yün yumağı
akıp giden günlerimiz
mezar taşlarından suskun
sessiz sitemsiz..

savrulan yapraklar gibi
akıp giden günlerimiz
cenaze törenlerinde
sessiz sitemsiz..

bir suçluyu aklar gibi
akıp giden günlerimiz
sanki bir sır saklar gibi
sessiz sitemsiz..

bir kitaba başlar gibi
koşarken yavaşlar gibi
ölen arkadaşlar gibi
sessiz sitemsiz..

öyle bir şarkıdır işte; insanı alır götürür. eski anılar gelir insanın gözüne. bir sonraki postta yazacağım Hikmet'i, bugünlük bu kadarı yeter bana...

şarkıyı dinlemek isteyenler için linki de vereyim; tam olsun. http://www.youtube.com/watch?v=T3hRbmEzB3g

17 Aralık 2010 Cuma

börü kardeşler azbarı - 2



Fevzi amcanın evine bitişiktir Hikmetlerin yukarı evi. 4-5 basamakla çıkılınca 3x3 boyutlarında bir sundurması vardır. Ahşap çatının mavi-gri boyalı ahşap lambrilerle kaplı üçgen alınlığını oldum olası sevmişimdir. şimdi yerinde olmasa da aynı renk boyalı ahşap korkuluk ve küpeşteleri ile güzel bir sundurmaydı.

Kapıdan direkt evin içine girerdiniz; herhangi bir antre/hol olmaksızın. giriş odasında bir baca/fırın yeri olduğunu hatırlıyorum hayal meyal . (yüklük ya da banyo da olabilir ama) Soldaki odaya kısa bir koridorla ulaşırsınız. (O odada biryerlerden aşırılmış bir tavuğun tüylerini yolduğumuz gece geldi aklıma şimdi) Sağ tarafta bir oda daha vardır; Yücel abilerin evine bitişik.

güzel günler, geceler geçirdik o evde. sabahlara kadar içip eğlenerek; kağıt ya da okey oynayarak... (bütün bu söylediklerim Latife /Şehnaz ablalar evlendikten sonra oldu tabii, yanlış hatırlamıyorsan Sincan'da otururlardı o zamanlar)

27 Kasım günü Polatlı'ya gittiğimde Lokman - Huriye Börü'nün Hacı mevliti vardı. polatlıya vardığımızda mevlüt biteli bir-iki saat olmuştu. önce gitmek istedim; ama dayanamam, ağlarım diye gitmedim. bir sonraki postta Hikmet'i yazacağım.

15 Aralık 2010 Çarşamba

börü kardeşler azbarı - 1



okulu, çeşmeyi geçtiniz. karşagayı tam karşınıza alıp yukarı dopru devam ettiğinizde solunuzda önce (neye hizmet ettiğini yapıldığı zamandan beri hiç anlayamadığım) düğün salonu yer alır. (orada daha önceden voleybol sahası olduğunu hatırlıyorum; daha öncesi ne yazık ki yok hatıralarımda) orayı geçince sol tarafta üç kardeşin evlerinin olduğu azbar vardır; Börü kardeşler azbarı...

Mustafa amcaların azbarına da buradan geçilerek gidilir; daha önceki postlarda anlattığım gibi. şimdi sıra bu azbara geldi.

iki hafta önce oradaydım. köyün temiz havası, dingin sessizliği içinde tabii ki oraya da girdim. gözlerim en yukarıdaki evde, sındırmada oturan Fevzi enişteyi aradı. Aşağı indi gizlerim; Hikmet sanki yukarı evin sındırmasında görünecekmiş gibi geldi. Ama yoktular...

Azbar Doğu-Batı doğrultusunda, yaklaşık 70X50 m boyutlarında, eğimli bir arazide kuruludur. Evler Kuzey yönünde, ambar, ağıl, depo gibi alanlar Güney yönünde sıralanmıştır. azbarın ortak tuvaleti yukarı tarafta, Mustafa amcaların azbarı tarafındadır. Sağ tarafta, en yukarıda bir ağıl/ahır vardır. Oraya bitişik Fevzi Börü'nün evi vardır. Rahmetli Fevzi amca, Fikriye yenge ve iki kızları (Müster ve Mutlu) o evde otururlardı. Müster ablayı hayal meyal hatılarım; ama değişik ismini hiç unutmam. Mutlu benden bir yaş büyüktü yanlış hatırlamıyorsam. Nedendir bilmem; çocukluk zamanlarımda kendisiyle pek yıldızımız paylaşmazdı diye hatırlıyorum. bir küçük dipnot; üniversiteyi aynı yıl kazanmıştık, sene 1989.

pencereleri sarı boyalı, dört odadan oluşan bir evdi onlarınki. anılarımda Fevzi amcanın sındırmada oturduğu, içeriden radyo sesinin geldiği, Mutlu'nun da elinde süpürgeyle bana baktığı bir kare geliyor gözümün önüne. Annanemin Fikriye yenge için "Pıkiy" deyişi de tabii..

sonra biraz aşağı iniyorum; "Lokman abiyin" yuları evi geliyor gözümün önüne. bizim için "İkmet" in evi daha çok tabii. o ev ki içinde ne anılar yaşanmış, şarkılar söylenmiş; kağıtlar oynanmış. içki de içilmiş tabii, bir yerlerden aşırılmış tavuk da pişirilmiş. (Hatta uzun eşek bile oynanmış) daha fazla yazamayacağım, Hikmet için önce bir dua; sonra da...

(Devamı gelecek)

7 Aralık 2010 Salı

yalnız ve güzel köyüm - 4



sessiz, ıssız, yapayalnız sokaklarda dolaştım köyde. mezarlık dönüşünde, caminin yanına bıraktığım arabaya doğru giderken o efsane adamı gördüm. gecelerle arka camına yanaşıp uykusundan uyandırdığımız "Kayredin Abiy"ni !!!

arabayla bir yerlere gidiyordu; kısa bir sohbet ettik. Eski Skoda'sı geldi gözümün önüne. mavi renkliydi; içeride, arka camda yaldızlı yazıyla "uzunoğlu" yazardı yanılmıyorsam. o skoda ile kasa kasa biralar taşındı köyümün "piyiz" akşamlarına uzun seneler boyunca.

o arabayla gazlayıp gittiğinde azbarının önüne Saniye yenge çıktı; belki 15 sene sonra ilk defa gördüm onu. yanına gittim, elini öptüm. değişmişmiydi ? hepimiz kadar...

yalnız ve güzel köyüm - 3



50-60 çocuğun sesleri artık çınlamıyor o küçük, mütevazi köy okulunda. (zaten 50-60 kişi de yok artık köyde)

70lerin başında çekilmiş okul önü fotograflarına baktım bu resmi yüklemeden önce şimdi 50-55 yaşında olan abilerimı ablalarımı tanımaya çalıştım bir kez daha. sonra döndüm; kiremitleri bile sökülmüş olan binaya bir daha baktım. bilmemne kütüphanesi veya yaşlılar evi gibi uçuk bir hayalin peşinde gidileceğine neden bu binanın renove edilmediğini düşündüm cevabını bile bile.

29 Kasım 2010 Pazartesi

yalnız ve güzel köyüm - 2



"Garp kafasıyla otomobil yaptık, Şark kafasıyla benzin yapmayı unuttuk" (Cemal Gürsel, 29 Ekim 1963

güzel bir kadının yıllar içinde yaşlansa da güzel kalması/ güzel ölmesi gibi; keşke o caanım bina eski haliyle kalsaydı; önündeki (şimdi olmayan tabii) akasya ağacına dayanıp yavaş yavaş çökseydi. baco'nun dükkanınındaki anıları soluya soluya son nefesini verseydi. ruhsuz,mimarsız, kaba sıvası yapılmış (ve yarım kalmış) kötü bir bina karşılıyor gelenleri şimdi orada. O meşhur şarkıyı söylüyor rüzgar :

O eski halinden eser yok şimdi...

28 Kasım 2010 Pazar

yalnız ve güzel köyüm - 1



27 Kasım 2010, 15:30-16:30 arası... Oradaydım

herşey için çok kısa, çok az, çok yalnız bir zaman diliminde bir sürü şey geldi aklıma, hepsini yazacağım.

Yukarıdaki fotograftaki "esas oğlan" özellikle çekilmiş değil; karşagada öylece bekliyor. sözleştik, bir dahaki sefere dolu arkadaşlarını getireceğim; sokak lambası ışığında konuşulanları yenilere o anlatacak.

24 Kasım 2010 Çarşamba

hacı sabri evirgen evi - 3

Eve giriş kucuk, camlı bir antreden sağlanıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam mavi ahşap doğramalar vardı pencerelerde. Giriş kapısının karşısında mutfak olmalı diye düşünüyorum; muhtemelen hiç girmediğim için aklımda kalmamış. Sola dönüp ana yaşama mekanına giriyordunuz. Hatırladığım kadarıyla karşı duvarda çepeçevre divan vardı. Sol köşede TV (ve köyün ilk videosu!) vardı. Sonrasında birbiri içinden geçilen iki-üç oda olmalı; o odalara dair bir görüntü gelmiyor gözümün önüne. Buradan şunu anlıyorum ki Murat’ların evinde (Hikmet’in evi hariç diğer evlerde olduğu gibi) çok ta zaman geçirmemişim.

Zaten burada anlatmak istediğim şey “yaşanmışlıklar” değil mi? ben de yaşadığım, aklımda kalanları subjektif bir şekilde aktarmaya çalışıyorum. Bazı yorumlar gene bende kalacak şekilde tabii. Neyse, gene dışarıya çıkıyorum. Evin hemen önünde duran Mırat 131 geliyor gözümün önüne. Sevim ablanın düğünündeki “gelin alma” bölümünde şu görüntüyü yakaladım:



Ne yazık ki çekim HD kalitesinde değil, o nedenle bu kadarıyla idare edeceksiniz. Herkeste “steyşın reno” olduğu zamanlardı; Mırat’lar bu araba ile gezerdi. Çok uzun seneler de sorunsuz dolaştılar bildiğim kadarıyla. Plakası da 06 PN 470… Bu snapshottan çok anlaşılmamakla birlikte sarı-turuncu-kına yeşili arası bir rengi verdı arabanın. Turuncu demişken; bir de motorsiklet (daha doğrusu motoped) vardı o azbarda. “Puch” ya da “Mobilet”, o kadarını hatırlayamıyorum ama o zamanlar bile çok eski bir görünümü vardı. Doğru dürüst çalıştığı zamanı hiç bilmem. Motoped’in bir alt evresi olan bir de bisiklet vardı ki onun bir benzerinin resmini internette bile bulamadım. 1950 lerden kalma, siyah, kocaman, muhtemelen 26” (veya daha büyük) jant bir bisikletti. Madem Hacı Sabri evinin araçlarını anlatıyoruz, son olarak John Deere marka biçerdöveri de anlatayım. Şimdi hala biçerleri varmıdır bilmem ama o zamanlar klasik yeşil bir JD vardı o evde.
(Devamı yarın)

22 Kasım 2010 Pazartesi

hacı sabri evirgen evi - 2



Karşagayı solunuza/arkanıza alıp "Cengiz abiy" bahçesi boyunca ilerlersiniz. sağda önce Lütfü amcanın ambarı, hemen yanında (kendimi bildim bileli yıkık olan) büyük bir azbar vardır. sonra Taymaz'ların ambar ya da ağıllarının olduğu yerde yol iyice daralır. tam daraldığı noktada eski bir duvar çeşmesi belli belirsiz durur(du?) çeşmenin hemen yanında ahşap bir kapı eski bir eve açılırdı bir zamanlar. (ayrı bir hikayedir orası) siz durmayıp devam edince nispeten geniş bir toprak yolla karşılaşırısınız. kuzay-güney istikametinde giden bu yol sola dönerseniz sizi Hacı Sabri'nin evine ulaştırır.

girişteki portakapının kapandığını hiç bilmem . içeri girdiğinizde sağınızda genişçe bir düzlük ve depo/ambar olarak kullanılan tek katlı kerpiç yapılar vardır. bu depolarla karşıdaki duvar arasında, evin arka tarafına (taner abi'nin evinin de arka tarafı?) ulaşımı sağlayan ahşap bir kapı vardır.

eve doğru ilerlerken solda da bir depo/ambar/atölye vardır kireç boyalı. yan komşu bahçenin duvarı seneler önce yıkılmıştır; rahmetli Selime Acanay'ın evi gözükür ağaçların arasından. ikinci bir duvarla ana azbara gelirsiniz. sol tarafınız hep ambar, wc, garaj gibi tek katlı yapılarla sınırlanmıştır. Karşınıza bir "L" oluşturacak şekilde yapılmış iki ev bloğu çıkar; bir de senelerdir yerinden kıpırdamamış eski bir kamyon.

soldaki eve 7-8 basamakla çıkılır, küçük bir verandadan sonra içeri giriş için sağa dönersiniz. Hacı Sabri Evirgen evidir orası. Sağ taraftaki, daha düz bir girişi olan ev kardeşi Hüseyin Evirgen'e aittir. uzun süreler boyunca iki evi eski bir kamyon ayırmıştır.

(Devamı yarın)

21 Kasım 2010 Pazar

hacı sabri evirgen evi-1



Evlere ve düğünlere devam. seneler sonra Murat'tan (evirgen) gelen bir mesajla birlikte düğün anılarından evlere döndüm. 1952 model bir Henschel'den bahsediyordu Murat. Ben de o mesajla birlikte ufak bir Google search yaptım. Yukarıdaki kamyonun mavi renkli olan "devresi" seneler boyunca iki kardeşin evini ayıran bir paravan olarak kullanıldı.

o azbarı, azbara parketmiş efsanevi kamyonu, 06 PN(FN?) 470 plakalı "Mırat 131"i, ikinci bir örneğini görmediğim Puch (yoksa mobiletmiydi) motosikleti, 2. dünya savaşından kalma siyah, kocaman bisikleti ve Massey 178 i anlatacağım. hüseyin abinin duvarına karşı oynadığımız şişlemece oyununu; arka bahçede zerdali toplayıp kazandığımız buğdayları (daha önce bahsetmiştim zaten) anlatacağım. bir sonraki postta...

15 Kasım 2010 Pazartesi

her bayram biraz daha eksilmek...



bu bayram biraz daha eksik kutlanacak köyde... çocukluğuma dair isimler birer birer kaybolmaya devam ediyor. Cevdet enişte de onlardan biri oldu. hepimizi bekleyen son onu bu bayram öncesinde buldu. nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun.

iyi bayramlar...

2 Kasım 2010 Salı

mustafa börü evi-1



Dedemlerin azbarından sonra en çok zamanımı burada mı geçirdim acaba? muhtemelen belli bir yaşa kadar evet. Oğuz, Atilla, Tarık, Acamet bu azbarın torunlarıydı; Hikmet te bir aşağıda oturuyordu çünkü.

Genel mekan tipolojisine uygun bir şekilde; geniş bir alana tek katta kurulmuş evlerden oluşuyordu azbar. köyün dış sınırını oluşturan "hane"lerden birisiydi. arka cephesi tavşantepe ve iğde ağacına açılan, başka hiçbir azbarla ortak duvarı olmayan bağımsız bir parselde inşa edilmişti. (biraz mimarca oldu ama idare edin artık)

ana ulaşım köyün merkezinden sağlanırdı. çeşmeyi geçip karşagayı karşınıza aldığınızda; köy konağından sonraki ilk portakapıdan sola dönerdiniz. birinci azbar Mustafa amcanın diğer kardeşlerinin sıra sıra evlerinin olduğu bölümdü; daha sonra burayı da anlatacağım. yukarı doğru 40-50 m devam edince de dar bir toprak yoldan geçerek Mustafa amcanın azbarına gelirdiniz.(dar toprak yol dedemlerin arka cephesi ile Acı Meşitin evlerini birbirine bağlayan tali bir yoldu; çok fazla kullanılmazdı da.)

azbardan girişte solda koyun ağılı, sağda iki göz garaj vardı. biraz daha ileride sağda Alaattin abinin evi ayrı bir blok olarak yapılmıştı. taa aşağıdan; Hikmetlerin aşağı evden itibaren görmeye başladığınız tek katlı ev sırası Mustafa amcanın eviydi. Evin arka tarafında büyük bir biçer garajı, ambar ve depo vardı. evin sol bölümünde (Dursunların ev tarafı) aşgana inşa edilmişti. oradan bağımsız; şimdi yıkılmış olan iki ya da üç gözlü ayrı bir sütlük? bölüm daha vardı. aklımda kaldığı kadarıyla azbar planı ve kullanım şekilleri aşağıdaki gibiydi :



bir tek tuvalet ve sütlük yanında depo diye yazdığım yerden emin değilim; onun dışında tüm evler hafızamda canlı canlı duruyor. gözlerimi kapatıp düşündüğümde ilk olarak ana evin önündeki gölgelikli sundurma geliyor aklıma. güzel, değişik bir bez-ahşap koltuk dururdu orada; Mustafa amca çocukları torunlarıyla otururdu.

ana ev dört ana odadan oluşurdu sundurmaya açılan. sağ ve soldaki ana odaların içinde birer oda daha vardı yamulmuyorsam. hepsi o kadar kalmış aklımda. demek ki evin içinde pek zaman geçirmemişim. bir de mutfak geliyor aklıma; "thonet" sandalyeleri olan (thonet çok ünlü bir sandalye tasarımıdır; ahşap yuvarlak ayakları ve dairesel bir sırtlığı olan çok özgün bir tasarımdır. burada bahsettiğim çakma thonet tabii ki)

sonrası biraz daha soluk geliyor aklıma; yukarıdan aşağıya doğru ağzında sigarası, siyah pantalon/yelek ve beyaz gömleğiyle rahmetli Mustafa amca köyiçine doğru gidiyor. Sare nenem beyaz başörtüsü, oldukça numaralı gözlükleri ile "kıdırmadan" dönüyor, şen şakrak...

nur içinde yatsınlar...

düğün izlenimleri - 2

http://www.facebook.com/oguz.sevimtr#!/video/video.php?v=204477508984

yazacaklarımdan önce videoyu yukarıdaki linkten izlerseniz daha iyi olur.

tarih 23.08.1992, Mustafa amcaların azbarı.Sevim abla'nın düğününde sona gelinmiş artık; "kelın alıcılar" gelmiş; damat içeride. (genellikle damatla birlikte amca/dayı gibi bir büyük te içeri girer; orada "adet" görülürdü: bütün bir düğün boyunca yolunan damadın son bir kez daha çırpılması, kapı açılmıyor/ayakkabı yok/vs.vs. türü bahanelerle sembolik bir para alınması ile olay sonlandırılırdı. orada gelinin evinden ayrılacağı için üzüntülü olmasının falan çok bir önemi olmazdı; herkes bu ritüelin gerçekleşmesine odaklanırdı. O anda da muhtemelen öyle birşey oluyordu; rahmetli Sare nene ile Mustafa amca dışında herkes o anın büyüsüne kapılmıştı sanırım. )

dağılmayayım; adamlar dışarıda, "portakapıda", römorkun üstünde, ambar tarafında bir yerlerde bekleşiyor. kızlar konaktan çıkıp geliyorlar ve "apakaylar" sındırmaya doluşmuş bekleşiyorlar. her düğünde üç aşağı beş yukarı olan bekleme sahnesi burada da farklı değil. (yalnız römorkta bekleşen üç kişiye ayrıca dikkat çekeceğim, koca azbarda yer mi kalmadı?)

burada bir es vereceğim ve aklımda kaldığı kadarıyla Mustafa amcanın azbarını anlatacağım size. böylece yukarıdaki videonun çekildiği yer biraz daha kafanızda yer edecektir. Hem de ben bu kadar seneden sonra aklımda ne kadarı kalmış görmüş olacağım.

31 Ekim 2010 Pazar

düğün izlenimleri 1/1

http://www.facebook.com/?ref=home#!/video/video.php?v=203667223984

bir önceki postta yazdığım görüntülere buradan ulaşabilirsiniz. Facebook kullanıcıları dışındakiler için başka bir yol bulmak gerek; belki videoları Oğuz'dan alıp burada ya da Youtube da yayınlarız. yarın ikinci video geliyor...

27 Ekim 2010 Çarşamba

düğün izlenimleri - 1



Sevim Ablanın düğününde çekilmiş videoları koymuş Oğuz (Sevim) Facebooka. ben o videoları yaklaşık 7-8 ay sonra farkettim ve izlerken o eski, naif günlere gittim haliyle. Sene 1992, aylardan Ağustos. Muhtemelen İzzet (börü) çekmiş kameraya; o zamanlar handycam olayı üç otuz para seviyesine düşmemişti tabii, en popüler olan kayıt cihazı 24'lük filmlerin takıldığı "pocket" türü analog fotoğraf makineleri idi. Bir de Dursun'un efsanevi fotograf makinesi vardı ki o ayrı bir yazı konusudur.

bu seride (bu blogda başladığım hiç bir seriyi sonlandıramadığımın farkındayım) Sevim Abla'nın düğününe ait videolar üzerinde çeşitli "snapshot"lar üzerinden bir şeyler yazacağım.

Başlıyoruz,

Yukarıdaki kare (muhtemelen ikindi sonrasında) rahmetli Mustafa Amca'nın azbarındaki traktör garajında oluşturulmuş yemek alanında çekilmiş. ikindi sonrası ise "kavelte" değilse öğle yemeği. "Kartlar" oturmuş, ki bir çoğu bugün aramızda değiller ne yazık ki. (aramızdan ayrılanları sevgiyle analım; yaşayanlara uzun ve sağlıklı ömürler dileyelim öncelikle.)

herkesi ismen hatırlıyamıyorum ama, dedemi görüyorum sol tarafta. Sofranın başındaki isim gelmiyor bir türlü aklıma; hemen yanında genç "Ocakay" var; köyün hocası. Onun hemen yanında Ayfer abinin babası var (rahmetli oldu) Dedemle aralarındaki "kartı" da hatırlayamadım. Dedemin hemen yanında Sıddık Enişte var; sonra da rahmetli Edip Tan.

bu şekilde gidiyor masadakiler... bir çoğunun adını hatırlamıyorum artık, görmeyeli bile seneler geçmiş. nispeten genç olanlar artık bayağı bayağı "kart" sınıfına geçmişler. Konakbaylık yapanlar artık "Kırcıman" oldular.



traktör garajı iki bölümlüydü; birinde (son hatırladığım Ford 6610) traktör dururdu; diğeri de "remok" (römork) için yapılmıştı. yukarıdaki resim ikincisindeki yemekten alındı. burada ağırlıklı olarak "Akırlı" dan gelen mısapırler bar. rahmetli ismet dayımı (Batur) Abdiy Akayı, Öskun Dayıyı hemen tanıyorum videoda. Muhittin abi yemek yiyor, benim boğazıma bir şey takılıyor...



Hey gidi Ersin abi!!! nasıl da genç o zamanlar. Kendisini en az 7-8 senedir görmedim bu arada...



"Hacı" murat (evirgen) daha 18-19 yaşında olmalı. istanbul'daki fotoğraflarını gördükçe kızıyorum aslında, ama eski arkadaş. bizim de hatalarımız oldu muhakkak ki geldiğinde aramıyor diye düşünüyorum...



İkmet...



Erkal gene toplamış elemanları etrafına. Kimbilir ne hikayeler anlatmıştır . bu arada resimdekileri gerçekten hatırlamıyorum...

yeniden...



tam 2,5 aylık bir aradan sonra yeniden Karavşan anıları. iş güç hayat derken biraz yavaşlamıştım ki Oğuz'un (Sevim) paylaştığı; bundan 18 sene öncesine ait düğün görüntüleri beni gene aldı; o güzel günlere götürdü. her ne kadar o düğünde olmasam da oradaymışçasına yaşadım... o videolar ve düşündürdükleri üzerine yazacağım öncelikle. yarım kalmış evler dizisini de bitireceğim bu arada.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

ege



yukarıda yaklaşık 6,5 yıl önceki resmini gördüğünüz biricik oğluşum bugün 7 yaşına giriyor. bu vesile ile kendi 7 yaşımı düşündüm dün akşam...

insan çocukluk (ama gerçekten çocukluk) arkadaşları ile ilk tanışmasını zor hatırlar; çünkü onlar hep varmış gibi gelir insana. benim çocukluk arkadaşlarım da öyle zaten; uzun, çok uzun zaman önceden beri varlar. kaç yıl geçse de aradan, hiç birinin cep telefonu bile bende olmasa da benim çocukluk arkadaşım onlar : Oğuz, Atilla, Hikmet, Murat, Tarık, Hacı Ahmet, Ergin, Dursun, Serdar, Sertaç, Yasin, Tamer, Samim, Recep, Serkan... bu saydıklarım hepsi aynı devre sayılır bu nedenle de bir çırpıda sayıyorum onları. unuttuklarım varsa da affola; zaman bir sürü şeyi unutturuyor.

çocukluk günlerimi düşünmeye başladığımda gözümün önüne ilk Oğuz ve Hikmet geliyor, sonra da Atilla. herhalde 7-8 yaşlarındayız, bir gün Erolların çeşmesine giderken hatırlıyorum onları. sonra Tarık'la Hacı Ahmet geliyor; İstanbul'da oturmaları sebebiyle biraz daha çok görüyordum onları. (Kaynarca'ya gitmek şehir dışına çıkmak gibi bir şeydi otuz yıl önce; şimdi her uçuş sabahı 15 dakikada onların evinin önünden geçiyorum içim sızlayarak)

o çocukluk günlerini düşününce baktım da, bir tane bile toplu resmimiz yok. çok sonraları, kızlarla gidilmiş bir piknikte çekilmiş bir resim buldum ama o da epey gençlik zamanlarımıza ait. Dursun çekmişmidir acaba diyeceğim; o da çocuktu. fotoğraf makinesini alması nereden baksanız 14-15 yaşını bulmuştur heralde. keşke diyor insan, şöyle toplu bir resmimiz olsaydı.(belki de vardır, bu satırları okuyanlardan biri bulup atsa ne güzel olurdu)

çok karışık yazdım, gerçekten kafam karıştı. o çocukluk günlerine gidip te şimdi bu kadar ayrı kalmak. Önce hacı'yı, sonra Hikmet'i sonsuzluğa göndermiş olmak...

bu zamana kadar olmadı ama, bayram sonrası oğluşumu köye götüreceğim. sokak sokak gezdirip anlatmaya çalışacağım o ürkütücü, hüzünlü sessizliği. aklının bir köşesinde babayla geçirilmiş ekstra bir haftasonu olarak kazınsın diye. belki bir gün, büyüdüğü zaman babasının izini sürmek ister, bu satırlar da o günlere altlık olsun diye yazılıyor zaten.

iyi ki varsın oğluşum...

15 Ağustos 2010 Pazar

ramazan



Sıcaktı, işti derken biraz ara verdik. böyle sıcak günlerde kerpiç evlerin kuytularındaki serinlik ve dinginliği özlüyorum. kurak iklimin en sıcak gününde bile serin bir oda, yumuşak bir minder ne kadar da güzel olurdu. Hele o uzun ramazan günlerinde!

artık yaşlanıyorum, ramazan gene çocukluğumdaki gibi yaz aylarına denk geldi. (33-35 senede bir tekrar eden bir zaman diliminden bahsediyorum, eğer ölmez; devam edersem 70-75 yaşında bir kez daha eski sıcak ramazanları anımsayacağım, kimbilir?)

Eski ramazanları daha önce yazmışımdır ama kısaca geçeyim. köyde hemen herkes oruç tutar, ya da en -en azından- öyle gözükürdü. bu kadar sıcakta, hele bir de daha çok fiziksel çalışma gerektiren eski zamanların sıcağında gerçekten zor, (ve benim mantığımın biraz dışında) bir ibadetti.

Eski anılara gelirsek; ramazan ayına denk gelen bir dünya kupası (1982 olmalı) sırasında, futbola meraklı genç bir hocanın teravih namazını jet hızıyla kıldırması ilk aklıma gelenlerden biri oldu. biz çocuklar için oruç tutma genellikle günün yarısına kadar, hatta öğlen?, olurdu; sonrasında evden birşeyler verilir, "büyüdüğünde tutarsın" denirdi. ramazan ayında bakkallarda içki satılmazdı, içecek adam -herhelde- Polatlı'dan kendi getirir, kimseye göstermeden içerdi. ve en unutamadığım, üstelik te o büyüleyici kokusuyla ehr daim hatırlayacağım sahur kalakayı" : annanem sahur zamanında yenmek üzere "kamır aşıtır", onu o efsanevi yuvarlak fırının içinde pişirirdi. gecenin bir vakti sırf o kalakay'ı yemek için sahura kalkardım.

yukarıdaki resme gelince; o radyoda benim çocukluğum var, şimdi fasılda falan avaz avaz bağırıp söylediğim şarkıları ilk o radyoda duydum ben. dedemin haberleri dinleyişi, kanal ararken çıkan "radyofonik" sesleri, bazen "kısa dalga" dan bulduğu başka dildeki radyo kanallarını görüyorum her baktığımda.

şimdi o radyo benim evimin baş köşesinde duruyor, üstünde de 80-90 yıl öncesinin el emği göz nuru bir örtü. biri dedemi, diğeri -mekanı cennet olsun- rahmetli "Anay"ı hatırlatıyor.

30 Temmuz 2010 Cuma

mahmut akay

bu aralar şantiye/ofis işleri epey arttığı için birşeyler yazamadım. haftaya tekrar evlere döneceğim. bu aralar iş için biryerlere kısa ziyaretler yapıp dönmem gerekiyor ki bu kısacık zamanları anlatan; çoook uzun zamandır duymadığım bir deyiş geldi aklıma : "Mahmut akayın Karsakka ketip kelişindiy"

ne Mahmut akayı bilirim, ne Karsak köyüne gitmişliğim var. ama, çook seneler öncesinde yaşanmış bir olayın halk diline düşmüş olması alakasız bir zaman diliminde; o zamanlarda hayal bile edilmeyecek bir ortamda birilerinin aklına geliyor. "kültür" böyle bir şey heralde; ve geçen her gün bizim kültürümüzden bazı şeyleri unutturuyor, kaybediyor ne yazık ki. konuyu yazınca daha sık kullanılan, benzer bir deyişi de sizle paylaşacağım : "bır kozüm kordü, bır kozüm kormedi" bu da çok kısa süre içinde gerçekleşen bir olayı/ziyareti anlatmak için bizim oralarda sıkça kullanılan bir deyim.

bu satırlar, Antalyanın 39 derece sıcağında ve 80% ye varan nemli havasında şantiyeyi dolaşmadan hemen önce yazıldı. ben köyümü özledim gene...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

ismail hakkı kalkay evi-3




daha acemi mimar bile olmadığım o naif zamanlardan kalma bir perspektiv çalışması.resmin üstüne tıklayarak daha büyük bir şekilde inceleyebilirsiniz.

yukarıdaki resim,plan ve görünüşler azbarın bir kısmını, İsmail Hakkı ve Kazım Kalkay'a ait evlerin bir kısmını gösteriyor sadece. Resmin köşesindeki ev dedem İsmail Hakkı Kalkay'ın oturduğu bölüm. sol tarafta "yuları ev olarak adalandırdığımız ve ergenlik zamanlarımda benim yaşadığım iki odalı bölüm var, daha önceki yıllarada o ev üç bölümlüydü. Resme göre sağ tarafta dedemin kardeşi Kazım Kalkay'a ( ki ben Kazım Dayı olarak söylerim nedense) ait "yukarı ev" var. (Bu ev bir dönem Ercan dayım tarafından da kullanılmıştır) onun hemen yanında her yanına yağ, el emeği ve tarih sinmiş olan traktör garajı bulunmakta. sonrasında, garaja 90 derece dik şekilde Kazım Dayımların asganası ve "tek göz" aşağı evi vardır.

sonrasında 150-200 koyun/kuzu kapasiteli, kapalı ve açık bölümleri olan "avla", çok nadir de olsa beslenen "sıyır"ların kapatıldığı ayrı bir bölüm vardır. "avla" duvarına bitişik, zamanında biçerdöver garajı olarak kullanılan yüksek tavanlı garaj azbarı çevreleyen binalardandır.

öbür tarafta,(resmin sol tarafı) arka yola açılan demir bir kapı var(dı, şimdi orası hırsızlığa karşı duvarla örülmüş durumda) Kapının sol tarafında patos edilmiş ince samanların olduğu samanlık vardır. samanlığa 90 derece dik oalrak fırn ve sütlük binası; onun hemen yanında "kakra" olarak adlandırılan tek araçlık açık garaj ve en sonunda büyük buğday ambarı vardır. bu yazdıklarım çok karışık gibi görünse de aşağıdaki çizimde çok basit ama fonksiyonel bir mimari planlama olduğu aççık seççik gözükmektedir.



her santimini gözüm kapalı bildiğim bu "azbar" köyün yukarı mahallesinde, sınır oluşturan evlerden biri olarak yapılmıştır. zaman içinde artan ihtiyaçlara paralel olarak çeşitli eklemeler yapılmış ve yukarıdaki halini almıştır. köy içindeki genel durumunu aşağıdaki fotoğraftan bulabilirsiniz. (Google Earth sağolsun!)



Evin içini bir sonraki postta yazacağım...

13 Temmuz 2010 Salı

genel mekan tipolojisi - 2

biraz iç mekanları anlatacağım bu bölümde...

gençlik zamanımızda, "caşlara" dahil olup kız gezmelerine kabul edilmeye başlayınca köydeki evleri de gözlemleme şansım oldu. bu evlerden aklımda kalanları yazacağım genel olarak.

öncelikle, evlerin içi de dış duvarlar gibi kireç boyalı idi. duvarlarında bir ya da bir kaç tane "niş" olurdu. vazo, sürahi, radyo gibi eşyalar bu nişlerin içine konurdu. Bugün IKEA'da satılan rafların benzerleri de evlerin odalarında mutlaka olurdu. hangi evlerdi hatırlamıyorum ama radyoların büyük kısmının bu raflarda olduğu geliyor gözümün önüne.

evlerin olmazsa olmazları tabii ki somya,sedir ve minderlerdi. Çek-yat olgusu henüz evlere girmemişti o zamanlar, herşey daha bir el emeği-göz nuru idi. sedir, somya,minder farketmez; hepsinin duvarla birleştiği yerlerde sert yastıklar olurdu. yastık dediğim de genellikle koyu renk kumaşla kaplanmış, içi sıkıştırılmış samanla doldurulmuş sert minderlerdi. en üstlerine genellikle el işlemesi beyaz dantel parçalar geçirilirdi. minderler ya yerde ya da sedir üstlerinde olurdu. misafir odalarının minderleri daha bir kabartılmış, yumuşak minderleken. gündelik kullanılan yerlerde ise minderler epey ezilmiş olurdu.

bazı evlerde duvara asılı halılar olurdu, geyik resimleri ne hikmetse duvar halılarında çok popülerdi o zamanlar. bir de Kabe desenli halılar hatırlıyorum. duvar halısı da ne ola ki diyenler için de aşağıdaki resmi koyayım :

şimdi yazarken aklıma geldi, bir de av köpeklerinin olduğu bir ahlı vardı ama nette bulamadım o halıyı. duvarlara başka ne konurdu derseniz genellikle her odada asılı bir Kuran olurdu tabii, üstünde de dantel işlemesi. misafir odaları ya da salonlarda büyük, sarkaçlı saatler kullanılırdı saat başı dan dun vuran. bir de resimler olurdu tabii, en çok da meşhur ağlayan çocuk resmi.

gazlambalı, lükslü günleri bilmiyorum ben, benim çocukluğumda istisnasız bütün evler "fluoresan" ile aydınlatılırdı. şimdiki gibi sarı da diil, beyaz beyaz olurdu evin içi. (Mutfaklarda ampul vardı sanki) öyle avize falan olan evler hatırlamıyorum, bildiğiniz 90-100 cm lik fluoresan tüpler kullanılırdı. biten tüpleri "ışın kılıcı" olarak kullandığımı hatırlıyorum. (bu aralar gene bir StarWars 3+3 lemesi yapma zamanım geldi galiba)

(devam edecek)

12 Temmuz 2010 Pazartesi

genel mekan tipolojisi - 1

Biraz “mekan tipolojisi” yazacağım bu defa. (Bu vesile ile çok uzun zamandır mimari bir dille birşeyler yazmadığımı ve bu konuda epey gerilediğimi farkettim.)

Geniş ve nispeten düz arazinin getirdği yayılmacı bir yaklaşım vardır bizim evlerde. Coğrafyanın, iklimin, kullanılan malzemenin, ihtiyaçların zaman içinde şekillendirdiği, yöreye özgü bir mimari dil geliştirilmiştir.

Öncelikle arazi geniştir bizim oralarda, dolayısıyla evler geniş alanlarda kurulmuş; ihtiyaç doğdukça yeni ilavelerle de genişletilmiştir. Kerpiç kullanımına bağlı olarak genellikle tek katlı evler mevcuttur. Bununla birlikte, az sayıda çok katlı eve de rastlanır. ( Ahırlıkuyu’da daha çoktur mesela) çok katlı dediğim de genellikle mutfak, depo vs. olarak kullanılan alçak tavanlı bir giriş katı ve sonrasında yaşama alanı olan ikinci kat.

Tam ebatlarını hatırlamıyorum ama 40/40/30 cm civarında ebatları olan kerpiçler eve yakın bir alanda hazırlanır, kurutulur ve inşaatta kullanılırdı. Genellikle taş bir bazaya sahip olan evlerde döşemeler toprak ya da bazı alanlarda beton olurdu. Sonrası mutlaka renk renk kilim ya da “taban halısı” ile örtülürdü tabii. Bazı yerler de renkli desenli muşambalarla kaplanırdı. Kerpiç cuvarlar sornasında yine toprakla sıvanır ve son kat olarak ta bembeyaz kireçle defalarca boyanırdı. Bir de bizim oraların olmazsa olmazı “bellemeler” vardı tabii. Formülünü bilmediğim bir karışım genellikle 1.20-1.50 m yükseklikte ön cephelerde kulanılırdı. (Muhtemelen hayvanların duvara yanaşmalarını engelleyici bir özelliği vardır; bir de börtü böceğin duvara tırmanmasını engelliyor olabilir) Sözkonusu işleme “belleme tarma” denirdi tatarcada. Evlerin ön cephelerinin mutlak surette kireç olduğunu, arka cephelerinin genellikle sıvalı bırakıldığını da burada söylemiş olalım.

Çatılar kırma çatı olarak imal edilir, ahşap kirişler de içeriden görünürdü. Çatıyı ve tavanı taşıyan bu kirişlere “tartma” denirdi. Bu kirişler sayesinde evlerin tavanları genellikle yüksek olurdu. Bir de düz tavanlı evler vardı tabii, sonraki zamanlarda yüksek tavanlarında kontrplak kullanılarak düz tavanlı hale getirildiğini hatırlıyorum hayal meyal. Saçaklar genellikle 50 cm genişlikte olur ve sazlarla kaplanırdı. Kiremit kullanılırdı çatılarda kaplama olarak.

Sıcak ve kurak yaz günlerinde evlerin içi serin olurdu kerpiç kullanımı ile birlikte. Genellikle ( kerpiç kullanımından gelen teknik bir kısıtlama da var tabii) küçük pencereler açılırdı duvarlara. Ve mutlaka canlı renklerde yağlı boyalarla boyanırdı ahşap doğramalar. (O zamanlar plastik doğrama falan yok tabii) dedemlerin pencereleri yeşil renkliydi; çivit mavisi, sarı renkte pencereler de hatırlıyorum.
Evlerin olmazsa olmazlarından birisi de “sındırma” lardı. Sundurma/teras olarak “dilimize çevirebileceğimiz” bu alanlar günlük yaşamın olmazsa olmazıydılar. Genellikle minder atılan bu alanlar sıcakta nefes aldıran gölgeli yerlerdi. “Sındırma” lardan genellikle “ayat” a geçilirdi. Türk mimarisinde “hayat” adı verilen ve gündelik yaşamın geçtiği bu alanlarda yemek pişirilir, yenir, oturulurdu. Bizim oralarda oturma pek olmasa da yemek aktivitelerinin bir kısmı burada yapılırdı.
Yemek deyince, bazı evlerde mutfak evin dşında ikinci bir yapı olarak inşa edilirdi. “aşgana” lar büyük masaları, sedirleri, tel dolapları, bazılarında fırınları ile yemek pişirilen, ekmek yapılan yerlerdi. “Şakir Zümre” sobalarının olduğu alanda büyük bir baca olur, özellikle kışın yemekler buralarda yapılırdı(mış) Su tesisatının henüz olmadığı zamanlarda beyaz emaye kovalarda içme suyu saklanırdı. Çeşmeden taşınan su bu kovalarla ya da güğümlerle gelirdi.

Fırınlar da topraktan yapılırdı elbette. Bazıları kapalı alanda, bazıları ise azbarın uzak bir köşesinde, genellikle dairesel şekilde küçük yapılardı. O fırından çıkan ekmek, köbete, cantık,sarburma şimdi gözümde tütüyor doğal olarak...


(Devam edecek)

9 Temmuz 2010 Cuma

ismail hakkı kalkay evi - 2



okulda okuduğum ilk zamanlarda evin her köşesini ölçüp bir de maketini yapmıştım. Bu aralar evde deli gibi aramama rağmen bir türlü o çizimleri bulamadım. bulsam o planları bilgisayara aktarıp daha profesyonel bir maketi tekrar yapacağım. yukarıda gördüğünüz maket fotografları o evde geçen günlerin anısına -çok amatörce- yapılmış bir çalışmayı gösteriyor. maketi sonra dedeme hediye etmiştim, köyün adamlarının epey bir merakla incelediklerini de biliyorum. O maket şimdilerde köyde bir yerlerde olmalı eğer bozulmadıysa, ilk gidişimde onu da arayacağım tabii.

gençlik zamanı işte. maket acemi, fotograf acemi, e biz de acemiyiz haliyle. inşallah bu gidişimde hem evleri hem de köyü güzel bir fotoğraflayıp yüksek çözünürlükte paylaşacağım.

ismail hakkı kalkay evi - 1



Gözlerimi kapıyorum, Susadan itibaren her anı hafızama santim santim kazınmış yolda gidiyorum. Rampanın sonunda paslı karayavşan tabelası var. Biraz ileride, solda İbrahim Abinin azbarı, hemen çaprazında Kabadayı'nın evi var. "Önder"lerin azbarı gözüküyor köşede...Sol/sağ yapıp aşağı mahalle çeşmesinin önünden geçiyorum. biraz ilerleyince solda "Uğrak" bakkaliyesini, sağda eski kahveyi ve maç yaptığımız hafif meyilli yeri görüyorum. Hacı Abiy o aradan çıkıyor ağır ağır. İlkokul binasından önce Öğretmen Evi var. solda kimin olduğunu şimdi hatırlamadığım büyük ağaçlı, yüksek duvarlı ev var. ( O evde, benim çocukluğumda bir çocuğun (kazayla)kendini vurduğu geliyor aklıma) sonra okul duvarına paralel ilerlerken karşıda Karşaga'yı görüyorum bütün heybetiyle. Sağda köy çeşmesi şırıl şırıl akıyor. Solda Baco'nun dükkanının/kütüphanenin önünde bir kaç adam oturuyor gölgede. Onlara bir selam çakıp devam ediyorum. "Düğün salonu" pembe pembe gülüyor sanki. onun basamaklarına oturmuş bir kaç adam var, bir selam da onlara. Yol sağa doğru kıvrılırken ileriden Hacı Sadrettin (Evirgen) geliyor;ben dümdüz devam ediyorum, solda Börülerin evleri gözüküyor. Gülhan Yenge o köşede oturuyor, Mustafa Amca (Börü) ağzında sigarası yavaş yavaş aşağı doğru yürüyor. Karşagada kimse yok daha, Evirgenlerin garaj kapısı mavi mavi duruyor uzakta. Karşagaya geldiğimde sola sert bir dönüş yapıyorum arkamda bir toz bulutuyla. Sol köşede "cılap" ambarı ve kümes var (tatarcasını unutmuşum, ketek?) biraz ileride Rahmetli Hacı Babay'ın evini görüyorum, Mevlüt/Selçuk abilerin duvarlarını da. Sağa kırıyorum direksiyonu, fotoğrafta gördüğünüz evler çıkıyor karşıma...

dedemlerin azbarı; benim çocukluğumun, ilk gençliğimin en güzel günlerini geçirdiğim evler...

(devam edecek)

5 Temmuz 2010 Pazartesi

yaz tatili ve Karavşan günü önerisi

Bir önceki post'ta yazdığım evler serisine bu hafta içinde başlıyorum. bu kadar ara vermemin nedeni okul bitip karneyi alır almaz yaptığımız "tatil köyü" aktivitesidir.

eskiden de böyleydi, ama o zamanlar tatil köyü kavramı yoktu tabii, köy zaten tatil demekti benim gibiler için. Ankara'dan (oğuz, atilla, ikmet) İstanbuldan (ayhan, tarık, hacı ahmet)Polatlı'dan (ergin, tamer) karne biter bitmez köye gelirdik. (Ergin-Tamer ikilisinden o kadar emin değilim aslında) saydığım isimler "yukar maalle"nin" torunlarıydık, aşağı mahalleye dışarıdan gelen bir tek Recep'i hatırlıyorum benim yaşıtlardan.


"Alles Inklusiv" tatilim sırasında, gecenin bir vakti balkonda otururken eski karne sonrası tatil günleri geldi aklıma, bir de neden bir "Karavşan Günü" yapmayalım? sorusu. Tepreş aktivitesine hiç katılmadım ama benim kafamdaki daha farklı bir şey; yolu bir şekilde Karavşandan geçmiş; kalbinin bir yerlerinde hala ( gitmesek te kalmasak ta) o köye duyulan özlemi taşıyanları senenin bir günü; mümkünse de karnelerin alınıp ÖSS,ÖYS,SBS,LGS, vs.vs. türü sınavların sonrasında bir hafta sonu Karayavşan'da toplasak fena mı olur? kaç kuşak bir araya gelir, hısım akraba olup ta hiç tanışmamış olanlar birbirlerini öğrenirlerdi. bu değim olayın bayram seyran zamanlarında olması pratikte mümkün değil gibi geliyor bana. bu satırları okuyup ta konu hakkında fikir vermek isteyenler olursa bu olayı -bir şekilde- geröekleştirebiliriz gibi geliyor bana.

16 Haziran 2010 Çarşamba

çok yakında...




bu aralar epey bir iş yoğumluğum oldu, haftanın iki günü Antalya şantiye toplantıları, gece çalışmaları vs.vs. yakın bir zamanda "aklımda kalan evler" konulu bir seriye başlıyorum. Bembeyaz kireçle sıvanmış, bellemelerle bezenmiş, yeşil/mavi cıvıl cıvıl renklerle boyanmış pencereleriyle o güzel kerpiç evleri anlatacağım. zamanında çok sık gittiğim, yaşadığım o evleri aklımda kaldığı kadarıyla anlatacağım. şimdiki hallerini düşündükçe içim sızlayarak hem de...

tabii ki her noktasını ezbere bildiğim ismail Hakkı Kalkay evi ile başlayacağım...sonra Börülerin evlerini, çatısına bayrak asıldığında Macide teyzemle beraber havlu götürdüğüm Vahit Evirgen evini yazacağım. Rahmetli "Acı Abiy" Bahattin abinin ağır adımlarla dolaştığı bahçesini de anlatacağım elbette...

çok yakında

5 Haziran 2010 Cumartesi

bir leyleğin düşündürdükleri



devam eden avm inşaatı projemden dolayı her hafta antalya'ya uçuyorum. son gidişimde konuştuğum elemanlardan birisi her hafta uçtuğumu duyunca "leyleği havada gördün yani" geyiğini patlattı. ben de yeni bir konu bulsam da yazsam diye düşünürken köyün en sıradışı olaylarından biri olan leylek yuvası (ve bağlantılı olarak en kaydadeğer şahsiyetlerinden birisi, Kabadayı) aklıma geldi.

efendiim, yanlış biliyor olabilirim tabii, ama köydeki tek leylek yuvası köyün hemen girişinde, sağ taraftaki büyükçe evin çatısında dururdu. mevsimi geldiğinde sevgili leylek ailesi bir süreliğine bu evin sakinleri arasına katılır, sonra da sıcak memleketlere kanat çırpardı içgüdüsel olarak. bu ev, Kabadayı'nın eviydi...

köy girişinde, sağ tarafta büyükçe bir tek parça evdi. büyük kısımı depo/samanlık gibi kullanılırdı. evin giriş kapısına çok yakın, ikinci bir ev daha vardı. en kayda değer yer ise arka bahçeydi: taptaze domates, salatalıklar, mısırlar... serdar'la birlikte oradan dalından koparıp yediğim sebzelerin tadını hala hatırlarım.

rahmetli Remzi ağıral, herkesin bildiği adıyla Kabadayı, bu evde otururdu. akrabalık bağımızın da olduğu bu aileyi gerçekten çok severdim. Annanemin deyişiyle "Mukatistatam" ( Mukaddes Ağıral ) Remzi dayının annesiydi. istanbul'a, diğer oğlu İzzet abi'ye geldiğinde bizim eve de gelir, birkaç gün de bizde kalırdı. genel olarak sert yüz çizgilerine sahipti; oğulları da ona çok benzerdi.( Remzi, İzzet, Cudi,Hamit?)

Kabadayı, köyde biz çocukların, caş caşların ve caşların en çok tırstığı karakterdi. bekçilik yaptığı zamanlarda çok konak dağıttığını, kahvehane kapattığını bilirim. soğuk bir Şubat tatili gecesinde, elinde kalın bir sopa, bıyıkları/sakalı buz tutmuş bir halde kahvenin kapısında belirip ketın, catın iyinizde! şeklindeki bildirimi ile hepimiz evlere dağılmıştık kös kös. karizmaydı, kararları pek tartışılmazdı...

seneler sonra, Gebze'de bir yere taşındılar. annem-babam belli aralıklarla gidip ziyaret ettiler. o kadar zaman içinde bir kere bile gitmedim; gitmeye vaktim olmadı. bir gün Kabadayı öldü dedi annem, çok üzüldüm...bu satırlar da ona gecikmiş bir selam olsun buralardan...

16 Mayıs 2010 Pazar

yısıb akay



daha bir önceki postta yazdığım şey bir kez daha gerçek oldu (muş) "o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler" sözü bu defa Yısıb Akay için gerçekleşti ne yazık ki...

Ona dair ilk anım küçük, çok küçük zamanlarımda onların evde içtiğim sütlü kahve tadıdır. hatice teyzem'in arkadaşı Nazan abla'nın yapıp getirdiği kahveler geldi gözümün önüne... sonrasında, "tırmen" yani değirmenin sahibi olarak tanıdım Onu. biraz daha zaman geçip te bakkal dükkanını açtığında o güler yüzüyle yaptığımız sohbetler geldi aklıma. hangi seneydi bilmiyorum; Rumennige'nin 1 Milyar TL'ye Galatasaray'a transfer haberi/balonu üzerine konuştuk uzun uzun. Galatasaraylıydı, biraz da ondan daha bir kanım ısınmıştı belki de... yüzü geliyor gözümün önüne, güldüğü zaman dişindeki altın diş gözükürdü; bir de kasketli hatırlıyorum hep, sanki hiç kasketsiz gezmedi rahmetli...

yeşil bir station Anadol almıştı bir dönem, erken Polatlı yolculuklarında, Keloğlan'a tırmanırken anlattıkları geldi aklıma...

bütün evler yıkılıyor, sıvalar/bellemeler yokoluyor artık. çocukluğuma dair hatırladığım o güzel insanlar birer birer göçüyorlar, ölüm haberlerini bile ne kadar zaman sonra alıyorum.Boğazıma bir şeyler takılıyor, yazamıyorum...

tüm sevenlerinin başı sağolsun, mekanı cennet olsun.

11 Mayıs 2010 Salı

televizyon



Olay 80'ler blogu haline gelmeye başladı gibi hissettim ve bir es vermeye karar verdim. gerçekten o günlerin anıları deyince -doğal olarak- 80'ler geliyor aklıma. ama 80'lerin meraklısı nette bir sürü blog bulabilir. ben Karavşan anılarına geri dönüyorum. bunu yaparken de O günlerin simgesi olan meşhur test sinyalini sizlerle paylaşıyorum.

konuyu bu şekilde açınca o günlerin TV anılarını düşünmeye başladım ama pek bir şey gelmedi aklıma. herkesin aklına gelen, bir dönem deli gibi izlenen TV programlarını yazmayacağım; biz o günlerde TV seyretmezdik zaten. çok ekstra durumlar olmadıkça dışarıda çeşitli oyunlar oynamak, büyüdükten sonra da tükanda bira içmek daha cazip gelirdi açıkçası.

daha önce de paylaştığım "Küçük Hanım" ın son bölümündeki elektrik kesintisi; dedemin akşam haberlerini iki eli kanda da olsa seyretmesi, lig, kupa, avrupa/dünya kupası maçları, sağlam filmlerin yayınlandığı akşamlar geliyor aklıma. mesela tozlu, sıcak bir pazar öğleden sornasında Sadık Deda'nın Fenerbahçe Eskişehir maçında dört penaltı birden verişini seyretmiştik köy kahvesinde. tabii ki penaltılar fenere verilmişti, hakemler o zaman da hakemdi...

bir de TV markaları var tabii, köyde en çok Philips -pilips- vardı, nordmende, Grundig, ITT Schaub Lorenz ve Beko Hitachi de diğer markalardı. her evde televizyonun olmazsa olmazı verevine yerleştirilmiş bir danteldi elbette. bir de regülatör vardı ki onu genç nesillere aktarmanın hiç gereği yok. zamanının çok gerekli bir aleti olmakla birlikte ömrü pek kısa sürdü.

siyah beyazdan renkli TV ye geçiş köyde ne zaman oldu hatırlamıyorum. (bizim evde ilk renkli tv 83'te alınmıştı; o TV sonra İstanbul'dan köye geldi, hala da köyde bir yerde durur ve çalışır) sonrasında yavaş yavaş renkli tvler çoğalmaya; video alınmaya başladı.Köydeki ilk video ile ilgili yazdıklarım için buradan buyurun. renkli tvleri uzaktan kumanda taktırılan ya da default olarak alınan yeni tvler izledi. çok yenilerde uydular taktırıldı evlere; şimdilerde LCD varmıdır bilmem...

Televizyon köyde benim için hiç olmazsa olmaz birşey olmamakla birlikte TV olmayan evleri hayretle karşıladığımı hatırlıyorum. ilk aklıma gelen de rahmetli "Selimacanay" ın evleriydi. artık kaç yaşındaysam, bir akşam annanem ve dedemle gittiğimizi, evde tv olmadığı için de çok sıkıldığımı hatırlıyorum. bilmeyen genç kuşaklar için söyleyeyim; rahmetli Selime Hacı Anne ( Selimacanay) ve rahmetli Hacı İzzet'in ( eğer adını yanlış hatırladıysam lütfen birisi düzeltsin, rahmetlinin gülen yüzü, kahverengi takım elbisesi ve bastonu tutan elleri şimdi gözümün önüne geldi) evleri köyün en en tanımlı noktalarından biri olan "Karşaga" duvarının olduğu evdi. Nur içinde yatsınlar, ikisi de çok iyi, güleryüzlü insanlardı. " o iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler , Yaşar Kemal"

herşeyin az ve kıymetli olduğu o güzel günlerin anılarına devam, konu açıldıkça o uzak, sisli günlerden aklımda kalan insan portrelerine geçiş yapacağız bundan sonra. çok subjektif, bölük pörçük te olsa artık aramızda olmayan o güzel insanları anlatacağım. belki gençlik zamanlarına ait bir iki resim de bu blogun okuyucuları gönderir, onları da buradan paylaşırız.

4 Mayıs 2010 Salı

eski zaman kasetleri - 3

o zamanlarda çok yabancı müzik dinlenmezdi. dinlenenler zamanının en sağlam "hit" olmuş şarkıları olurdu ve genellikle "disko yokmu?" sorusuna cevaben teybe takılan genelde karma kasetlerden çalınırdı.o günlerden kalma bir demet aşağıda:

1-Dr.Alban



"No coke no hashas" adlı pek kıymetli eser bu kara marsık tarafından icra edilmişti o zamanlar. şarkının tuhaf ( ve zamanına göre oldukça iyi) bir girişi vardı. sonrası da sözleri sayesinde Türk dinleyicisini de kendine çeken ritmik, sempatik bir şarkıydı.

2- Trio / Da Da Da



Da da da , Aha Aha Aha!!! sözleri bir dönem herkesin diline yapılmıştı. karavşan gençliği de bu akımın dışında kalmadı tabii ki. allah'tan elemanların sonraki işleri pek tutulmadı.

3 - MJ / Bad



o yılları anlatıp ta MJ den bahsetmemek mümkün değil tabii. elemanın enhızlı olduğu, bomba şarkılarını ardı ardına patlattığı güzel zamanlardı. köyde en çok dinlenen iki şarkısı ( Blendax reklamından dolayı) Billi Jean, ve Pepsi kampanyası sayesinde "Bad" olmuştu. Huzur içinde yatsın, severdim Michael'ı.

4 - Mori Kante / Yeke Yeke



"bitsumtudunnano A!a!A!..." diye başlayan pek şairane bir girişi vardı. Erkal'ın Hikmet üzerinden şarkı sözlerini manipüle ettiği de aklımda kalmış ama şimdi burada yazmayacağım. süperdi, hala arada bir takar dinlerim.

5 - Survivor /Eye of the Tiger



kaplanın gözleri diye çok az kimse bildi bu şarkıyı ama ilk gençlik zamanlarımızın en sağlam parçalarından biriydi. yukardaki dananın resmi ile ne ilgili var diye soranlara sadece esefle bakılacaktır : "Eye Of the Tiger" Rocky filmerlinin olmazsa olmaz gaz şarkısıdır.

6 - Sabrina/ Boys Boys Boys



Aah Sabrina...

7 - the Art Company / Suzanna



bu danalar alkışlar eşliğinde Suzanna! Suzanna diye çığırdılar bir süre. yetmedi, bunun bir de Türkçesi yapıldı ki o daha da akıllara zarar bir şarkıdır : "Beş Yıl Önce On Yıl Sonra" adlı efsanevi grup Suzanna'yı Ah FAtma! olarak çevirmeyi başardılar ve uzunca süre TRT ekranlarında söylediler mutlu mesut zamanlarında.



8 - Berlin / Take My Breath Away



Seneyi de çok net hatırlıyorum, 1988. e yaş o zamanlar onyedi, bööle şarkılar olmayacak ta ne olacak. hatta "Slow Hits 88" adlı bir completion kasetim vardı, hem bu şarkı hem de Chris De Burg'ün "traveller" ı vardı. ( O zamanlar Aksu reklamları olurdu, o yılın en sağlam şarkılarını cıngıl olarak seçerlerdi.

9 - Laura Branigan / Self Control



Rahmetli epey bir sallamıştı dünyayı bu şarkısıyla... özellikle nakarat kısmı "OooOoo, OOooOO!!"

10 - Modern Talking 7 You're My Heart You're My Soul



Böyle bir liste yapıp bu dallamaları koymamak olmazdı tabii. gözlerini süzerek kamerayı yakalayan Tomas Anders ve çığlık çığlığa ince sesiyle Dieter Bohlen. siz çok yaşayın emi!!!

3 Mayıs 2010 Pazartesi

köle isaura



o zamanların müziğine devam edicem, ama kısa bir ara. Köle Isaura başlıyo, seyredip dönecem. bunun bir de sabahları yayınlanan versiyonu vardı : Küçük hanım. son bölümü yayınlanırken köyde elektrik kesilmişti de annanemin "Alla moynunuzu ursun!!!" şeklindeki bedduaları hiç silinmemek üzere hafızama kazınmıştır.

devam...

28 Nisan 2010 Çarşamba

eski zaman kasetleri - 2




"Dolores" bant kayıt stüdyosu vardı Polatlı'da o zamanlar. Eminim başkaları da vardı ama bir tek o kalmış aklımda. şimdiki gençlik tabii ki bilemez, o zamanlar kaset doldurtma diye bir ritüel vardı. istenen şarkılar itinayla seçilir ve listelenir, bant kayıt stüdyosuna verilirdi. bir zaman sonra yepyeni bir kasete, mavi renkli Dolores sticker'ı ile birlikte istenen şarkılar "çekilmiş" olarak teslim edilirdi. alınan kasetlerin üzerine yanlışlıkla başka çekim olmasın diye kaset kenarındaki küçük (4 mm x 4mm) kare parçalar kırılır, kaset bir tür emniyete alınırdı. sonrasında bu kırılan yerlere birer bant yapıştırıp tekrar kayıt yapılması da ayrı bir konuydu tabii.

neyse, bu vesileyle o güzel günlere bir selam daha çakmış olduk. finali de efsane bir şarkı/şarkıcı ile yapalım :

Henüz üç yaşında bir kardeşim var / Onu senden bile kıskanıyorum...



bu da izlemek isteyen için videosu. benim zamanımda bu da yapıldı...