28 Nisan 2010 Çarşamba

eski zaman kasetleri - 2




"Dolores" bant kayıt stüdyosu vardı Polatlı'da o zamanlar. Eminim başkaları da vardı ama bir tek o kalmış aklımda. şimdiki gençlik tabii ki bilemez, o zamanlar kaset doldurtma diye bir ritüel vardı. istenen şarkılar itinayla seçilir ve listelenir, bant kayıt stüdyosuna verilirdi. bir zaman sonra yepyeni bir kasete, mavi renkli Dolores sticker'ı ile birlikte istenen şarkılar "çekilmiş" olarak teslim edilirdi. alınan kasetlerin üzerine yanlışlıkla başka çekim olmasın diye kaset kenarındaki küçük (4 mm x 4mm) kare parçalar kırılır, kaset bir tür emniyete alınırdı. sonrasında bu kırılan yerlere birer bant yapıştırıp tekrar kayıt yapılması da ayrı bir konuydu tabii.

neyse, bu vesileyle o güzel günlere bir selam daha çakmış olduk. finali de efsane bir şarkı/şarkıcı ile yapalım :

Henüz üç yaşında bir kardeşim var / Onu senden bile kıskanıyorum...



bu da izlemek isteyen için videosu. benim zamanımda bu da yapıldı...

26 Nisan 2010 Pazartesi

eski zaman kasetleri

koyundu, tavuktu derken sıkıldım aslında. biraz geyik bişiiler yazayım o günlerden. "olm sen ne geyik adammışsın, otu botu hatırlıyorsun" diyenlere kapak olsun : bizim ilk gençlik zamanlarımızda aşağıdakilere benzer şarkıcılar vardı, bazıları benim gibi geyiğe meyilli bünyelerde tabii ki unutulmayacak izler bıraktı. alın size onlardan bir demet :

1- Hurşit Yenigün



tek kelimeyle efsanedir kendisi, tek kasete 20-30 tane şarkıyı makam-usil kaygıları çok fazla yaşamadan avaz avaz -grubuyla birlikte- tabii okuyan bu amcam için zamanında ek$i sözlükte de yazılmış birkaç satırımız vardı. resimdeki "pembe pembe" albümü de İbrahim Tatlıses'in Mavi Mavi'sinin zamanlarına denk gelir. öyle bir furya olmuştu ki o senenin bayramında giyilen kıyafetlerin tamamı mavi renkti.

neyse, hurŞİT amcamın etkisi ilerleyen yıllarla birlikte azaldı Allah'tan da, yeni nesillere çok fazla etkisi olmadı. ( şimdikilerin dinlediği daha az mı zararlı derseniz bilemiycem, dün oğlumun okulundaki 23 Nisan gösterisi sonrasında "Manga" grubunu seyretmeye gelen 11-14 yaz arası kız çocuklarını görünce bu konuyu tekrar düşüneceğim)

2- Nurtaç Düzgit ve Grup Turbo



resim kendini anlatıyor zaten, daha fazla birşey söyleyemeyeceğim.

3- Metin Milli



Baba, büyüksün!!!

4- Ümit abi



internetle haşır neşir olanlarınıza mutlaka gelmiştir efsanevi albüm resimleri. onların içinde favori üç tane belirledim, buraya da en az zarar verecek olanı koydum. o günlerdeki Ümit abi daha az zararlıymış; bugünlerde tvde çıkan "hayatın draması varsa rondonun kreması var" reklamı daha da akıllara zarar aslında...

5- Ayşe Mine




Kadını hiç bilmem, adını da ancak 1985 müzük araştırması yapınca hatırladım. ama bir zamanlar, gerçekten "erkek milleti" adlı şarkının çok çalındığını biliyorum. "... gülerken ağlatır erkek milleti" diye de sözleri vardı şarkının bir yerinde.

şimdilik bu kadar yeter, bunun bigi bir tane de yabancı şarkıcılar için yapacağım. orada daha çok malzemem var hem de...

hayvancılık - 4



şimdi sıra geldi kümes hayvanları bölümüne...

köyde istisnasız her ailenin bir kümesi vardı o zamanlar. küçük, çok küçük zamanlarımdan kalan en "sıcak" anılardan biri rahmetli "acanay"ın kümesinden sıcak sıcak alıp bana verdiği yumurtayı ufacık ellerimin arasında tutup annanemlere götürüşümdür. şimdiki gibi organikimsi yumurtalar gibi değildi tabii, en doğal en katkısız haliyle yumurta yerdik o zamanlar.

kuluçkaya yatırılan tavuklar kümesin ayrı bir yerinde ya da daha tenha bir köşede civcivlerinin çıkmasını beklerdi. sonrasında sarı sarı civcivler annelerinin peşinde koşturup durur; belli saatlerde verilen bulamaçlarını yemek için sallan yuvarlan birbirlerini ezerek yemeğe üşüşürlerdi. bulamaç dediğim şey de -yanlış biliyor olabilirim tabii- kepeği suyla karıştırıp eski bir kaşıkla dağıtılan bir yemekti. küçük civcivler abzen Polatlı'dan toplu olarak alınır; belli bir büyüklüğe gelene kadar tel bir kafes içinde beslenirlerdi. civcivlerin evin "tavukçu" köpeklerinden ve gelincik türü hayvanlardan korunması da gündelik hayatın bir parçasıydı.

doğal olarak, her kümesin bir -ya da bir kaç- horozu olurdu. horozların bir çoğu kümeste havalı havalı bir kaç zaman geçirmenin sonrasında pilavın yanında ana yemek olarak servis edilirdi.

kümesler genellikle evin arka tarafında, kerpiçten yapılmış ufak yapılar olurdu. 1,5 m yükseklikte, içeriye sadece tavuk-hindi girebilecek kadar bir kapısı olan (kapı dediğim de bir teneke parçasının açıklığı kapatması ve sonrasında bir taşla desteklenmesi) yerlerdi.eğer tavuklar kümes içinde yumurtluyorsa tabii ki insan girecek büyüklükte kümesler kullanılırdı.

bazı tavuklar kendi kafalarına göre yumurtlama yerleri belirlerdi. kümes dışında gölge bir samanlık, "kakra"nın bir köşesi gibi yerlerden yumurta topladığımı da bilirim.

istanbul'a dönüş vakti geldiğinde, dedemin -genellikle bir büskivi kutusuna- önce ince samanları doldurmasını, araya da o güzelim yumurtaları özenle yerleştirmesi geldi gözümün önüne. hey gidi günler hey!



tavuklardan ayrı olarak hindi de beslenirdi. ilk gençlik dönemlerinde "amerikan" denilen daha iri kıyım hindiler beslenmeye başlamıştı diye hatırlıyorum. bütün evlerde öylemiydi bilmiyorum ama, dedemlerin hindileri yaz zamanlarında dışarıda, yerden dikmelerle yükseltilmiş ve bir merdivenle ulaşılan ahşap kütüklerin üzerinde uyurlardı. şekil olarak pek de haz etmediğim hayvanlardı. yumurtaları da pişirilerek yemek yerine erişte yapımında kullanılırdı diye biliyorum. ( çok ilgili değilama, uzun ve kanlı bir operasyon sonrasında, başkale'nin bir dağ köyünün yamacında otlu peynirle birlikte yediğim hindi yumurtası geldi şimdi aklıma, hayatımda yediğim ilk ve tek hindi yumurtası oydu)

erkek hindilerin tüylerini kabartarak etrafta artis artis ( genelde böyle bir tanımlama kullanmam ama bizim oralarda, bir zamanlar çok sık kullanıldığı için yazdım) dolşmaları; glu glu glu! gibi pek de estetik olmayan bir sesle bağırmaları hindi konusu ile ilgili yazacağım son şeyler.

bazı ailelerin ördek, kaz? türü hayvanları da beslediğini hayal meyal hatırlar gibiyim. genellikle aşağı mahallede beslenirdi.

son olarak, benim zamanımda çok olmasa da eski zamanlarda sıkça gerçekleştirilen tavuk aşırma operasyonundan bahsedeceğim. herkeste çok sayıda tavuk olması nedeniyle kümesler pek kilitlenmezdi. bu da gece gezleri sırasında birileri için pek uygun fırsatlar yaratırdı. gençlik zamanlarımızda rahmetli "Hacı Meşit'in" kümesine düzenlenen bir operasyon geldi şimdi aklıma. sevgili Hikmet'in içeriden tavuğu aldıktan sonra parmaklarıyla köpek/tilki izleri çıkarması (ve sonrasında Hikmet yazılı çakmağı oracıkta düşürmesi) benim en unutulmazlarım arasındadır. başka bir operasyon sonrasında bir çaydanlıkta pişirilen ve sabah karşı yarı çiğ yenen tavuk ta ayrı bir yazı konusu olsun...

20 Nisan 2010 Salı

hayvancılık - 3

küçükbaşlardan büyükbaşlara geçiyoruz bugün de. büyükbaş dediğim de atla deve diil tabii, "sıyır" lardan bahsediyorum. (eski zamanlarda, motorize tarım öncesinde herkesin atı varmış tabii ki, hatta düğünlere davet edilme olayı kişinin tek ya da ailesiyle, maile, çağrılması durumuna göre "atlı" ya da "arabalı" olarak adlandırılırmış.)

Dedemler sadece koyun besledikleri için büyükbaş hayvancılık konusunda yazabileceklerim çok fazla değil. ama bir kaç konu var tabii hafızamın derinliklerine attığım:

- herşeyden önce, sevgili dostum Dursun'un babası rahmetli "Yakub abıy" geliyor aklıma. ben bildim bileli köyün sıyırlarını o götürürdü kıra. onun olmadığı zamanları bilmiyorum ben, bazen Dursun'un da gittiğini biliyorum onunla beraber.
- sabah erken saatte, ağır ağır Bayırbaşında toplanan sürü Susa tarafına doğru telaşsız, yavaş adımlarla ilerler, meranın uygun bir yerinde günlük mesailerini tamamlamaya giderlerdi. akşam güneş batımına doğru gene aynı tempoda, gene Bayırbaşı üzerinden köye gelirlerdi.
- köy içine dağılan hayvancıklar alışıldık şekilde eve doğru devam ederlerdi. arada köy çeşmesine uğrayıp "aşlav"da uzun uzun su içen elemanlar da çıkardı.
- bütün köyün ortak malı olan bir "koöy bugası" olayı vardı. damızlık olarak yetiştirilen iri kıyım bir eleman da sürüye dahil edilir, "performans" sergilemesi beklenirdi yeni doğumlar için.
- yeni doğmuş "bızav"ların anneleri ile birlikte sallanıp yuvarlanarak sürüye dahil olmaları günlük rutinin dışına senede bir çıkılan keyifli anlar olurdu.
- hatırladığım kadarıyla sürüyle birlikte giden köpek olmazdı. zaten inekler de köpeklerden pek hozlanmazlardı.
- ineklerden sağılan sütler toplanarak Polatlı'ya gönderilirdi bildiğim kadarıyla. bu noktada, Karavşan'dan giden arabalarda süt güğümlerini hatırlamaya çalıştım ama beceremedim. onun yerine "Akırlı'dan" jet hızıyla hareket eden iki station wagon Reno geldi gözümün önüne. "Adbiy akay" ve "Özkun abiy" in renoları, bagaj tarafında sıra sıra süt bidonları ile tozu dumana katarak Polatlı'ya giderlerdi her sabah. hatıralarına selam olsun!

eveet, bir sonraki post kümes hayvanları ve onların peşindeki iki ayaklı tilkileri anlatacak!

14 Nisan 2010 Çarşamba

hayvancılık - 2

koyun sürülerinden devam...

sürüler köyden ayrıldıktan sonra akşamı kırda geçirecekleri yerlere giderlerdi. geceleme yerleri mevsime/orak zamanına göre değişirdi. köyün bütün sürüleri birbirine yakın yerlerde toplanır, çobanlar yemeklerini genelde beraber yerlerdi. o kadar koyun nasıl oluyor da birbirine karışmıyordu derseniz burada becerikli çoban köpeklerine bir selam çakmak gerekir; sürünün önünü kesmek; yönlendirmek, gerektiğinde tilki,kurt gibi davetsiz misafirlere karşı daima tetikte olmak gibi görevleri vardı.

dedemin bir defasında bir kurt sürüsünün peşinde iki-üç gün kovalamaca yapan ve köyden epey uzak bir yerde ( bir köy demişti ama hatırlamıyorum) kurtları yakalayan çoban köpeklerini anlatmıştı. ne zaman mı? bazen çobanlar oyunbozanlık yapar ve köyden kaçarlardı. öyle zamanlarda sürüyü akşam karanlığına kadar tavşantepe taraflarında otlatmak ve gece eve geri getirmek zorunluluğu olurdu. öyle bir akşamüstü dedemle birlikte dedemlerin koyunlarını dışarıya çıkarmıştık; yaş 12-13.o akşamı dün gibi hatırlıyorum; taa kurtuluş savaşından kalma demir parçaları bulmuştum tavşantepe sırtlarında( veya öyle sanıyorum)

koyunlarla ilgili aklıma gelen bir kaç detayı anlatacağım şimdi :

-senede bir iki defa koyunlar susaya götürülüp aşlavda yıkanırdı.
-koyunların yününün kesilmesi ayrı bir ritüeldi. elektrikli traş makinelerinin olmadığı eski zamanlarda bahçıvan makasını andıran bir makasla koyuna dalınır, yünleri bir güzel traşlanırdı. traş sonrasında koyun yarı yarıya küçük gözükürdü bazen. sonrasında toplanan yünler çuvallara doldurulup Polatlı'ya götürülürdü.
- en çok merinos türü koyun vardı. sonrasında karaman koyunu olarak bildiğim tür geliyordu, başka da aklıma gelmiyor.
- kışın doğan kuzuların büyük kısmı baharda, köylünün buğdayının bittiği, parasının tükendiği zamanlarda satılır, epey iyi para kazanılırdı o zamanlar.
- kurbanlık olarak kesilmek üzere saklanan koyunlara (yanlış hatılıyor olabilirim ama) toklu denirdi. ( selamlar olsun, nur içinde yatsın. Bir de Toklu lakabı vardı)
- koşkarların insana tos vurmaya çalışmasına "süsme" denirdi.
- kara koyun çok nadir olurdu.

hayvancılıkla ilgili aklımda kalanları aktarmaya "tuvar/sıyır" larla ilgili aklımda kalanlarla devam edicem...

12 Nisan 2010 Pazartesi

köpekler

Hayvancılık üzerine yazmaya başlayınca aklıma ilk gelen güçlü kuvvetli ve yaman çoban köpekleri oldu doğal olarak. çocuk aklımızla hem korktuğumuz hem de saygı duyduğumuz varlıklardı onlar.

bazıları sürünün geliş zamanından epey bir önce dönerdi köye. bazıları da sürüyle birlikte gelir, sürüyü ağıla kadar takip eder, sonrasında gölge bir yer bulup uyurdu. hepsinin ortak özellikleri oldukça iri olmaları, kulaklarının kesilmiş olması ve boyunlarındaki çivili tasmalardı genel olarak:

çoban köpeği olarak yetiştirilecek olanları daha küçüklükten belli olurdu. bir seferde doğan 7-8 tane köpekten daha iri ve biraz da yaman gözükenler ayrı bir özenle büyütülürdü. küçük bir çocukken dedemin köpeklerin çoban köpeği olarak yetiştirilmesinde uygulanan yöntemleri anlattığını hatırlıyorum: köpekler daha küçücükken aynı yaştaki kurt yavrusu ile kapıştırılırmış. ( kurt yavrusunun ağzı bağlanırmış ısırmasın diye) Dedem kurtun ısırdığı köpeğin içine korku düşer, bir daha da sürüye gitmez demişti o zaman. sonraki aşama köpeklerin kulaklarının kesilmesi olayıydı. o da olası bir kurt dövüşünde kurdun köpeğin kulağını ısırıp yaralamasını önlemek içindi tabii. Son oalrak ta köpeğin boynuna takılan çivili tasmayı anlatayım. kurdun köpeğe ilk saldırısı daima köpeğin boğazına doğru olurmuş, onu engellemnin tek yolu da o çivili tasmalarmış.

köpekler sürüyle birlikteyken kulakları (kesik te olsa) ve kuyrukları dik bir şekilde, dil bir karış dışarıda dolaşırlardı. açık arazide karşılaşmak istemeyeceğiniz güçlü ve hızlı hayvanlardı onlar. susa yolunda yakalandığımız bir kaç zamanı hatırlıyorum da, şimdi bile titriyorum.

köye ilk defa gelen çobanın sürüdeki köpeklerle tanışması olayına şahit olamadım hiç. sorduğum bir çoban onlara "top" yapıp veriyoruz demişti. top dedğiniz unu biraz kepekle? ve suyla karıştırıp hazırladığınız bir tür hamur. onu yiyen köpeğin çobanı tanıdığı ve ona saldırmadığının söylendiğini hatırlıyorum hayal meyal.

köpeklere genellikle yemeklerden arta kalanlar verilir, gariplerim de onu bir güzel yerdi. dedemlerin azbarda bir köşede, 50-60 cm lik yuvarlak bir taştan oyulmuş ağır bir "itayak" vardı. taşın için bir tür tas olacak şekilde oyulmuştu, annanemin oraya yemek artıklarını döküp köpekleri çağırdığı sahne geldi gözümün önüne. Ne kadar da gençti o zaman! şırbörek pişen o kutsal akşamüstlerinde köpekler de gelip aşgananın önünde yatarlardı, kendi paylarına da mutlaka bir parça hamur düşerdi. bir de kurban zamanı, kesilen kurbanın ayakları köpeklere atılır, onlar da bir kenarda kemirmeye başlarlardı herkesten önce. Kurbanın işkembesi de köpekler alıp etrafı kokutmasınlar diyerek uzak bir yerde toprağa gömülürdü.

dedemlerin en az iki köpekleri oldu yakın zamana kadar. iki tanesine ismi bizzat ben koymuştum: Bobby ve JR ( ya da Babiy men Ceyar) sonrasında bir tane de haşarı bir köpeğe isim koymuştum; Titus. yaşı tutanların hemen hatırlayacağı gibi, ilk ikisinin adı Dallas'tan, üçüncüsünün adı ise Flamingo yolunun meşhur entirkacı şerifinden.

dedemlerinkinin dışında hep korktuğumuz köpekler "Yısıb Akay'ın" köpekleri olmuştu. Sarı diye bir köpekle çok uğraştığımızı biliyorum. Rahmetli Hikmetlerin "Duman" diye bir köpekleri vardı çook eskiden.

daha da düşününce gençlik zamanlarımızda ne zaman azbarlarının oradan geçsek havlayıp bizi kovalayan efsane köpek "Polis" geldi aklıma. Hanife ablaların (Taymaz?) ufacık tüylü köpeği bizi az koşturmamıştı eşşek kadar halimizle... bir de Oğuz'ların kocaman Conisi vardı, bir tür kangal kırması olan dev gibi bir köpekti. galiba araba çarpmıştı da ölmüştü.

son olarak, tavukçu köpeklerden bahsetmek gerek. bunlar küçük yaşta bir şekilde "şipşe" nin tadına bakıp sonrasında bu alışkanlığını devam ettiren hırsız köpeklerdi. bir de evlerden terlik/ayakkabı çalıp kaçan afacan köpekler olurdu ki sonlarının pek de iyi olmadığını tahmin edersiniz.

hayvancılık - 1

benim çocukluğum köydeki hemen her evde -bir şekilde- hayvancılığın yapıldığı, ete süte para verilmediği bereketli zamanlarda geçti. "koyu", "sıyırı" olmayan evlerde de mutlaka şipşe/koraz/koerel olurdu. az sayıda olsa da bazı evlerde ördek beslendiğini biliyorum. bir ya da iki ailenin keçileri de vardı o zamanlar...

ailelerin kalabalık olduğu, iş gücünün polatlı ya da diğer yerlere dağılmadığı zamanlardı. dolayısıyla her evin tarımdan başka gelir kaynaklarına ihtiyacı vardı. devlet te desteklerdi o zamanlar; hayvancılık yok edilmemişti daha. bu kadar sosyal analiz ve politika yeterli, şimdi anılara yer açmak gerek.

genellikle 5-6 ailenin koyunlarından oluşan bir sürü oluşturulur, başına da civar köylerden bir çoban bulunurdu. hafızamın çook uzak derinliklerinden bir "Çoban Samiy" ismi geliyor belli belirsiz; bir de Ramazan "Ramo" vardı galiba. neyse, uzak köylerden başkalarının referansı ile köye gelen bu elemanların ücret kıstaslarını bilmiyorum ama toplu para alırlardı genelde. bir de efsanevi "çoban gezeği" olayı vardı; çoban akşamüstü kıra çıkmadan önce/ sabah kır dönüşü sırayla mal sahiplerinden günlük yemeğini yerdi.bir de köpeklere verilen "top" olayı vardı ki o konuyu "çoban köpekleri" adlı ayrı bir postta yazacağım.

sürüler sabah 10 gibi kırdan gelirlerdi. tavşantepe tarafından, ip gibi dizilerek aheste aheste gelen koyunlar köye vardıklarında otomatiğe bağlanmış şekilde ayrışarak kendi "avla"larına yönlenirdi. tabii ki başka sürüye karışan şaşkın koyunlar olurdu. bu da koyunların arkalarına yazılan ailenin baş harfleri ile anlaşılırdı.

bu noktada ayrı bir paragraf açmak gerek: her aile kendi koyunları için soyadlarının baş harfini koyunun sırtında, kuyruk tarafına yakın bir yere farklı renkte yağlı boya ile yazardı. Dedemlerinki kırmızı "K" harfiydi mesela, Evirgenler mavi ya da yeşil "E" harfini kullanırlardı.

avlaya gelen koyunlar süt zamanı ise biraz bekletildikten sonra koşak ta sıraya dizilirdi. bu işlemin adı koşturulma idi: alırsınız sopayı, Koş! Kos!Koş! diye bağırıp koyunları koşağa doğru sürersiniz. bir tarafta duvar, öbür tarafta koşağın iğreti ahşap sopaları arasında koyunlar çapraz şekilde sıralanır; sütü sağacak anneler/teyzeler de hızlı bir şekilde sağma olayına girerlerdi. koşturma sırasında "koşgar"lar ayrı tutulmaya çalışılır, illa koşağa girmek isteyen olursa sopayla uzaklaştırılırdı.

sağılan koyunlar koşaktan çıkarılıp ayrı bir yerde bekletilirdi, "kısır"lar dışında hepsinin sağılması sonrasında koyunlar dinlenmeye bırakılırdı. taze sağılmış süt "sütlük"teki süt makinesine gider, orada duruma göre yağı alındıktan sonra peynir yapılmak üzere beklemeye alınırdı.sütlükler güneş ışığının çok az olduğu, kerpiç duvarların doğal klimatizasyonu sağladıkları, kendilerine has kokusu olan sakin yerlerdi. (peynir ve ilgili konular ilerki postlarda)

akşamüstüne doğru koyunlar dışarıya ( bizim için yukar çeşmenin ordaki söğüt ağaçlarının altı) çıkarılır, çoban gelip hepsini sırayla topladıktan sonra geceyi geçirmek üzere kıra giderlerdi. dedemlerin arka evi tam o güzergahta olduğundan çeşitli "traka" sesleri ve melemeler birbirine karışır, 300-400 koyunun çıkardığı toz toprak içindeki ritüel her akşamüstü tekrarlanırdı.

sürü köyden ayrılırken çoban köpeklerinin bazıları sürüye eşlik eder, bazıları da "siz gidin ben arkadan gelecem" havasında aylak aylak pineklerdi. sonra çobanın bir ıslığı ya da çağırmasıya kalkar, üzerindeki tozları silkeler ve sürünün peşine takılırlardı.

Bazı çobanların yardımcısı olan elemanlara "çona" denirdi. bir de çobanların olmazsa olmaz kadim dostu eşekler vardı tabii. çobanın yemek, tüp, çorba, yiyecek, kepenek dahil bir ton eşyası dengeli bir şekilde heybeye sarılır, eşekçik ağır adımlarla sürü içindeki yerini alırdı.

anlatacak daha çok konu var, devamı yarın...

1 Nisan 2010 Perşembe

dut ağacı

Köy çeşmesinin üç kurnasının da oluk oluk aktığı zamanlardı. ( çeşmeyi ayrıca anlatmam gerek) yanlış hatırlıyor olabilirim ama, suyun toplandığı kısma "aşlav" denirdi tatarcada. oradan taşan su aşağı mahalleye doğru yavaş yavaş baka seslerine karışarak akardı.

suyun geçtiği her yerde olduğu gibi çeşme civarı da aşağı mahalleye doğru yeşillik olurdu. bu yeşilliklerin -bence- en güzeli okul bahçesinin köşe duvarıyla "Patmabay"yın bahçesi arasındaki yolun başlangıcındaki büyük dut ağacıydı. hala dut veriyor mu bilmem ama o kocaman ağacın gölgesinde zaman zaman oynadığımı; ağacın ana gövdesinin üstündeki 50 cmlik bölüme binbir güçlükle tırmanıp oradan dallardaki dutlardan yemeye çalıştığımı çok net biliyorum.

çok güzel bir köşedir orası. bulunduğu çukura rağmen köy meydanını, bakkalı, pttyi, kütüphaneyi, sonradan yapılan ucube düğün salonunu,okulu bir bakışta takip edebilirsiniz. kaç kişinin aklına orada durup bir arkasına bakmak gelmiştir bilmem ama ilk köye gidiğimde ben bakacağım.

o yol biz "yukar maalenin" pek sık kullandığı bir yol değildi. camiye gidilen bayram sabahlarında ya da Şepıyık'a gidileceği zaman kullandığımız; etrafın akan sulardan dolayı ıslak olması nedeniyle çamura basma riskinin yüksek olduğu bir yoldu. ama cami müdavimi akayların mutlaka o yolu kullandıklarını biliyorum, çok nadir Ayfer abilerin arka duvarı kullanılarak aşağıya, cami tarafına gidilirdi.

blog artık iyice geyiğe sarmaya başladı diye düşünenler olabilir, ama aklımdaki herşeyi yazmaya çalışıyorum.belki bu satırları okuyanlar da birkaç ilave yapmak isterler; artık tıkanmaya başladığımı hissediyorum çünkü...