bu aralar şantiye/ofis işleri epey arttığı için birşeyler yazamadım. haftaya tekrar evlere döneceğim. bu aralar iş için biryerlere kısa ziyaretler yapıp dönmem gerekiyor ki bu kısacık zamanları anlatan; çoook uzun zamandır duymadığım bir deyiş geldi aklıma : "Mahmut akayın Karsakka ketip kelişindiy"
ne Mahmut akayı bilirim, ne Karsak köyüne gitmişliğim var. ama, çook seneler öncesinde yaşanmış bir olayın halk diline düşmüş olması alakasız bir zaman diliminde; o zamanlarda hayal bile edilmeyecek bir ortamda birilerinin aklına geliyor. "kültür" böyle bir şey heralde; ve geçen her gün bizim kültürümüzden bazı şeyleri unutturuyor, kaybediyor ne yazık ki. konuyu yazınca daha sık kullanılan, benzer bir deyişi de sizle paylaşacağım : "bır kozüm kordü, bır kozüm kormedi" bu da çok kısa süre içinde gerçekleşen bir olayı/ziyareti anlatmak için bizim oralarda sıkça kullanılan bir deyim.
bu satırlar, Antalyanın 39 derece sıcağında ve 80% ye varan nemli havasında şantiyeyi dolaşmadan hemen önce yazıldı. ben köyümü özledim gene...
30 Temmuz 2010 Cuma
19 Temmuz 2010 Pazartesi
ismail hakkı kalkay evi-3

daha acemi mimar bile olmadığım o naif zamanlardan kalma bir perspektiv çalışması.resmin üstüne tıklayarak daha büyük bir şekilde inceleyebilirsiniz.
yukarıdaki resim,plan ve görünüşler azbarın bir kısmını, İsmail Hakkı ve Kazım Kalkay'a ait evlerin bir kısmını gösteriyor sadece. Resmin köşesindeki ev dedem İsmail Hakkı Kalkay'ın oturduğu bölüm. sol tarafta "yuları ev olarak adalandırdığımız ve ergenlik zamanlarımda benim yaşadığım iki odalı bölüm var, daha önceki yıllarada o ev üç bölümlüydü. Resme göre sağ tarafta dedemin kardeşi Kazım Kalkay'a ( ki ben Kazım Dayı olarak söylerim nedense) ait "yukarı ev" var. (Bu ev bir dönem Ercan dayım tarafından da kullanılmıştır) onun hemen yanında her yanına yağ, el emeği ve tarih sinmiş olan traktör garajı bulunmakta. sonrasında, garaja 90 derece dik şekilde Kazım Dayımların asganası ve "tek göz" aşağı evi vardır.
sonrasında 150-200 koyun/kuzu kapasiteli, kapalı ve açık bölümleri olan "avla", çok nadir de olsa beslenen "sıyır"ların kapatıldığı ayrı bir bölüm vardır. "avla" duvarına bitişik, zamanında biçerdöver garajı olarak kullanılan yüksek tavanlı garaj azbarı çevreleyen binalardandır.
öbür tarafta,(resmin sol tarafı) arka yola açılan demir bir kapı var(dı, şimdi orası hırsızlığa karşı duvarla örülmüş durumda) Kapının sol tarafında patos edilmiş ince samanların olduğu samanlık vardır. samanlığa 90 derece dik oalrak fırn ve sütlük binası; onun hemen yanında "kakra" olarak adlandırılan tek araçlık açık garaj ve en sonunda büyük buğday ambarı vardır. bu yazdıklarım çok karışık gibi görünse de aşağıdaki çizimde çok basit ama fonksiyonel bir mimari planlama olduğu aççık seççik gözükmektedir.

her santimini gözüm kapalı bildiğim bu "azbar" köyün yukarı mahallesinde, sınır oluşturan evlerden biri olarak yapılmıştır. zaman içinde artan ihtiyaçlara paralel olarak çeşitli eklemeler yapılmış ve yukarıdaki halini almıştır. köy içindeki genel durumunu aşağıdaki fotoğraftan bulabilirsiniz. (Google Earth sağolsun!)

Evin içini bir sonraki postta yazacağım...
13 Temmuz 2010 Salı
genel mekan tipolojisi - 2
biraz iç mekanları anlatacağım bu bölümde...
gençlik zamanımızda, "caşlara" dahil olup kız gezmelerine kabul edilmeye başlayınca köydeki evleri de gözlemleme şansım oldu. bu evlerden aklımda kalanları yazacağım genel olarak.
öncelikle, evlerin içi de dış duvarlar gibi kireç boyalı idi. duvarlarında bir ya da bir kaç tane "niş" olurdu. vazo, sürahi, radyo gibi eşyalar bu nişlerin içine konurdu. Bugün IKEA'da satılan rafların benzerleri de evlerin odalarında mutlaka olurdu. hangi evlerdi hatırlamıyorum ama radyoların büyük kısmının bu raflarda olduğu geliyor gözümün önüne.
evlerin olmazsa olmazları tabii ki somya,sedir ve minderlerdi. Çek-yat olgusu henüz evlere girmemişti o zamanlar, herşey daha bir el emeği-göz nuru idi. sedir, somya,minder farketmez; hepsinin duvarla birleştiği yerlerde sert yastıklar olurdu. yastık dediğim de genellikle koyu renk kumaşla kaplanmış, içi sıkıştırılmış samanla doldurulmuş sert minderlerdi. en üstlerine genellikle el işlemesi beyaz dantel parçalar geçirilirdi. minderler ya yerde ya da sedir üstlerinde olurdu. misafir odalarının minderleri daha bir kabartılmış, yumuşak minderleken. gündelik kullanılan yerlerde ise minderler epey ezilmiş olurdu.
bazı evlerde duvara asılı halılar olurdu, geyik resimleri ne hikmetse duvar halılarında çok popülerdi o zamanlar. bir de Kabe desenli halılar hatırlıyorum. duvar halısı da ne ola ki diyenler için de aşağıdaki resmi koyayım :
şimdi yazarken aklıma geldi, bir de av köpeklerinin olduğu bir ahlı vardı ama nette bulamadım o halıyı. duvarlara başka ne konurdu derseniz genellikle her odada asılı bir Kuran olurdu tabii, üstünde de dantel işlemesi. misafir odaları ya da salonlarda büyük, sarkaçlı saatler kullanılırdı saat başı dan dun vuran. bir de resimler olurdu tabii, en çok da meşhur ağlayan çocuk resmi.
gazlambalı, lükslü günleri bilmiyorum ben, benim çocukluğumda istisnasız bütün evler "fluoresan" ile aydınlatılırdı. şimdiki gibi sarı da diil, beyaz beyaz olurdu evin içi. (Mutfaklarda ampul vardı sanki) öyle avize falan olan evler hatırlamıyorum, bildiğiniz 90-100 cm lik fluoresan tüpler kullanılırdı. biten tüpleri "ışın kılıcı" olarak kullandığımı hatırlıyorum. (bu aralar gene bir StarWars 3+3 lemesi yapma zamanım geldi galiba)
(devam edecek)
gençlik zamanımızda, "caşlara" dahil olup kız gezmelerine kabul edilmeye başlayınca köydeki evleri de gözlemleme şansım oldu. bu evlerden aklımda kalanları yazacağım genel olarak.
öncelikle, evlerin içi de dış duvarlar gibi kireç boyalı idi. duvarlarında bir ya da bir kaç tane "niş" olurdu. vazo, sürahi, radyo gibi eşyalar bu nişlerin içine konurdu. Bugün IKEA'da satılan rafların benzerleri de evlerin odalarında mutlaka olurdu. hangi evlerdi hatırlamıyorum ama radyoların büyük kısmının bu raflarda olduğu geliyor gözümün önüne.
evlerin olmazsa olmazları tabii ki somya,sedir ve minderlerdi. Çek-yat olgusu henüz evlere girmemişti o zamanlar, herşey daha bir el emeği-göz nuru idi. sedir, somya,minder farketmez; hepsinin duvarla birleştiği yerlerde sert yastıklar olurdu. yastık dediğim de genellikle koyu renk kumaşla kaplanmış, içi sıkıştırılmış samanla doldurulmuş sert minderlerdi. en üstlerine genellikle el işlemesi beyaz dantel parçalar geçirilirdi. minderler ya yerde ya da sedir üstlerinde olurdu. misafir odalarının minderleri daha bir kabartılmış, yumuşak minderleken. gündelik kullanılan yerlerde ise minderler epey ezilmiş olurdu.
bazı evlerde duvara asılı halılar olurdu, geyik resimleri ne hikmetse duvar halılarında çok popülerdi o zamanlar. bir de Kabe desenli halılar hatırlıyorum. duvar halısı da ne ola ki diyenler için de aşağıdaki resmi koyayım :

gazlambalı, lükslü günleri bilmiyorum ben, benim çocukluğumda istisnasız bütün evler "fluoresan" ile aydınlatılırdı. şimdiki gibi sarı da diil, beyaz beyaz olurdu evin içi. (Mutfaklarda ampul vardı sanki) öyle avize falan olan evler hatırlamıyorum, bildiğiniz 90-100 cm lik fluoresan tüpler kullanılırdı. biten tüpleri "ışın kılıcı" olarak kullandığımı hatırlıyorum. (bu aralar gene bir StarWars 3+3 lemesi yapma zamanım geldi galiba)
(devam edecek)
12 Temmuz 2010 Pazartesi
genel mekan tipolojisi - 1
Biraz “mekan tipolojisi” yazacağım bu defa. (Bu vesile ile çok uzun zamandır mimari bir dille birşeyler yazmadığımı ve bu konuda epey gerilediğimi farkettim.)
Geniş ve nispeten düz arazinin getirdği yayılmacı bir yaklaşım vardır bizim evlerde. Coğrafyanın, iklimin, kullanılan malzemenin, ihtiyaçların zaman içinde şekillendirdiği, yöreye özgü bir mimari dil geliştirilmiştir.
Öncelikle arazi geniştir bizim oralarda, dolayısıyla evler geniş alanlarda kurulmuş; ihtiyaç doğdukça yeni ilavelerle de genişletilmiştir. Kerpiç kullanımına bağlı olarak genellikle tek katlı evler mevcuttur. Bununla birlikte, az sayıda çok katlı eve de rastlanır. ( Ahırlıkuyu’da daha çoktur mesela) çok katlı dediğim de genellikle mutfak, depo vs. olarak kullanılan alçak tavanlı bir giriş katı ve sonrasında yaşama alanı olan ikinci kat.
Tam ebatlarını hatırlamıyorum ama 40/40/30 cm civarında ebatları olan kerpiçler eve yakın bir alanda hazırlanır, kurutulur ve inşaatta kullanılırdı. Genellikle taş bir bazaya sahip olan evlerde döşemeler toprak ya da bazı alanlarda beton olurdu. Sonrası mutlaka renk renk kilim ya da “taban halısı” ile örtülürdü tabii. Bazı yerler de renkli desenli muşambalarla kaplanırdı. Kerpiç cuvarlar sornasında yine toprakla sıvanır ve son kat olarak ta bembeyaz kireçle defalarca boyanırdı. Bir de bizim oraların olmazsa olmazı “bellemeler” vardı tabii. Formülünü bilmediğim bir karışım genellikle 1.20-1.50 m yükseklikte ön cephelerde kulanılırdı. (Muhtemelen hayvanların duvara yanaşmalarını engelleyici bir özelliği vardır; bir de börtü böceğin duvara tırmanmasını engelliyor olabilir) Sözkonusu işleme “belleme tarma” denirdi tatarcada. Evlerin ön cephelerinin mutlak surette kireç olduğunu, arka cephelerinin genellikle sıvalı bırakıldığını da burada söylemiş olalım.
Çatılar kırma çatı olarak imal edilir, ahşap kirişler de içeriden görünürdü. Çatıyı ve tavanı taşıyan bu kirişlere “tartma” denirdi. Bu kirişler sayesinde evlerin tavanları genellikle yüksek olurdu. Bir de düz tavanlı evler vardı tabii, sonraki zamanlarda yüksek tavanlarında kontrplak kullanılarak düz tavanlı hale getirildiğini hatırlıyorum hayal meyal. Saçaklar genellikle 50 cm genişlikte olur ve sazlarla kaplanırdı. Kiremit kullanılırdı çatılarda kaplama olarak.
Sıcak ve kurak yaz günlerinde evlerin içi serin olurdu kerpiç kullanımı ile birlikte. Genellikle ( kerpiç kullanımından gelen teknik bir kısıtlama da var tabii) küçük pencereler açılırdı duvarlara. Ve mutlaka canlı renklerde yağlı boyalarla boyanırdı ahşap doğramalar. (O zamanlar plastik doğrama falan yok tabii) dedemlerin pencereleri yeşil renkliydi; çivit mavisi, sarı renkte pencereler de hatırlıyorum.
Evlerin olmazsa olmazlarından birisi de “sındırma” lardı. Sundurma/teras olarak “dilimize çevirebileceğimiz” bu alanlar günlük yaşamın olmazsa olmazıydılar. Genellikle minder atılan bu alanlar sıcakta nefes aldıran gölgeli yerlerdi. “Sındırma” lardan genellikle “ayat” a geçilirdi. Türk mimarisinde “hayat” adı verilen ve gündelik yaşamın geçtiği bu alanlarda yemek pişirilir, yenir, oturulurdu. Bizim oralarda oturma pek olmasa da yemek aktivitelerinin bir kısmı burada yapılırdı.
Yemek deyince, bazı evlerde mutfak evin dşında ikinci bir yapı olarak inşa edilirdi. “aşgana” lar büyük masaları, sedirleri, tel dolapları, bazılarında fırınları ile yemek pişirilen, ekmek yapılan yerlerdi. “Şakir Zümre” sobalarının olduğu alanda büyük bir baca olur, özellikle kışın yemekler buralarda yapılırdı(mış) Su tesisatının henüz olmadığı zamanlarda beyaz emaye kovalarda içme suyu saklanırdı. Çeşmeden taşınan su bu kovalarla ya da güğümlerle gelirdi.
Fırınlar da topraktan yapılırdı elbette. Bazıları kapalı alanda, bazıları ise azbarın uzak bir köşesinde, genellikle dairesel şekilde küçük yapılardı. O fırından çıkan ekmek, köbete, cantık,sarburma şimdi gözümde tütüyor doğal olarak...
(Devam edecek)
Geniş ve nispeten düz arazinin getirdği yayılmacı bir yaklaşım vardır bizim evlerde. Coğrafyanın, iklimin, kullanılan malzemenin, ihtiyaçların zaman içinde şekillendirdiği, yöreye özgü bir mimari dil geliştirilmiştir.
Öncelikle arazi geniştir bizim oralarda, dolayısıyla evler geniş alanlarda kurulmuş; ihtiyaç doğdukça yeni ilavelerle de genişletilmiştir. Kerpiç kullanımına bağlı olarak genellikle tek katlı evler mevcuttur. Bununla birlikte, az sayıda çok katlı eve de rastlanır. ( Ahırlıkuyu’da daha çoktur mesela) çok katlı dediğim de genellikle mutfak, depo vs. olarak kullanılan alçak tavanlı bir giriş katı ve sonrasında yaşama alanı olan ikinci kat.
Tam ebatlarını hatırlamıyorum ama 40/40/30 cm civarında ebatları olan kerpiçler eve yakın bir alanda hazırlanır, kurutulur ve inşaatta kullanılırdı. Genellikle taş bir bazaya sahip olan evlerde döşemeler toprak ya da bazı alanlarda beton olurdu. Sonrası mutlaka renk renk kilim ya da “taban halısı” ile örtülürdü tabii. Bazı yerler de renkli desenli muşambalarla kaplanırdı. Kerpiç cuvarlar sornasında yine toprakla sıvanır ve son kat olarak ta bembeyaz kireçle defalarca boyanırdı. Bir de bizim oraların olmazsa olmazı “bellemeler” vardı tabii. Formülünü bilmediğim bir karışım genellikle 1.20-1.50 m yükseklikte ön cephelerde kulanılırdı. (Muhtemelen hayvanların duvara yanaşmalarını engelleyici bir özelliği vardır; bir de börtü böceğin duvara tırmanmasını engelliyor olabilir) Sözkonusu işleme “belleme tarma” denirdi tatarcada. Evlerin ön cephelerinin mutlak surette kireç olduğunu, arka cephelerinin genellikle sıvalı bırakıldığını da burada söylemiş olalım.
Çatılar kırma çatı olarak imal edilir, ahşap kirişler de içeriden görünürdü. Çatıyı ve tavanı taşıyan bu kirişlere “tartma” denirdi. Bu kirişler sayesinde evlerin tavanları genellikle yüksek olurdu. Bir de düz tavanlı evler vardı tabii, sonraki zamanlarda yüksek tavanlarında kontrplak kullanılarak düz tavanlı hale getirildiğini hatırlıyorum hayal meyal. Saçaklar genellikle 50 cm genişlikte olur ve sazlarla kaplanırdı. Kiremit kullanılırdı çatılarda kaplama olarak.
Sıcak ve kurak yaz günlerinde evlerin içi serin olurdu kerpiç kullanımı ile birlikte. Genellikle ( kerpiç kullanımından gelen teknik bir kısıtlama da var tabii) küçük pencereler açılırdı duvarlara. Ve mutlaka canlı renklerde yağlı boyalarla boyanırdı ahşap doğramalar. (O zamanlar plastik doğrama falan yok tabii) dedemlerin pencereleri yeşil renkliydi; çivit mavisi, sarı renkte pencereler de hatırlıyorum.
Evlerin olmazsa olmazlarından birisi de “sındırma” lardı. Sundurma/teras olarak “dilimize çevirebileceğimiz” bu alanlar günlük yaşamın olmazsa olmazıydılar. Genellikle minder atılan bu alanlar sıcakta nefes aldıran gölgeli yerlerdi. “Sındırma” lardan genellikle “ayat” a geçilirdi. Türk mimarisinde “hayat” adı verilen ve gündelik yaşamın geçtiği bu alanlarda yemek pişirilir, yenir, oturulurdu. Bizim oralarda oturma pek olmasa da yemek aktivitelerinin bir kısmı burada yapılırdı.
Yemek deyince, bazı evlerde mutfak evin dşında ikinci bir yapı olarak inşa edilirdi. “aşgana” lar büyük masaları, sedirleri, tel dolapları, bazılarında fırınları ile yemek pişirilen, ekmek yapılan yerlerdi. “Şakir Zümre” sobalarının olduğu alanda büyük bir baca olur, özellikle kışın yemekler buralarda yapılırdı(mış) Su tesisatının henüz olmadığı zamanlarda beyaz emaye kovalarda içme suyu saklanırdı. Çeşmeden taşınan su bu kovalarla ya da güğümlerle gelirdi.
Fırınlar da topraktan yapılırdı elbette. Bazıları kapalı alanda, bazıları ise azbarın uzak bir köşesinde, genellikle dairesel şekilde küçük yapılardı. O fırından çıkan ekmek, köbete, cantık,sarburma şimdi gözümde tütüyor doğal olarak...
(Devam edecek)
9 Temmuz 2010 Cuma
ismail hakkı kalkay evi - 2

okulda okuduğum ilk zamanlarda evin her köşesini ölçüp bir de maketini yapmıştım. Bu aralar evde deli gibi aramama rağmen bir türlü o çizimleri bulamadım. bulsam o planları bilgisayara aktarıp daha profesyonel bir maketi tekrar yapacağım. yukarıda gördüğünüz maket fotografları o evde geçen günlerin anısına -çok amatörce- yapılmış bir çalışmayı gösteriyor. maketi sonra dedeme hediye etmiştim, köyün adamlarının epey bir merakla incelediklerini de biliyorum. O maket şimdilerde köyde bir yerlerde olmalı eğer bozulmadıysa, ilk gidişimde onu da arayacağım tabii.
gençlik zamanı işte. maket acemi, fotograf acemi, e biz de acemiyiz haliyle. inşallah bu gidişimde hem evleri hem de köyü güzel bir fotoğraflayıp yüksek çözünürlükte paylaşacağım.
ismail hakkı kalkay evi - 1

Gözlerimi kapıyorum, Susadan itibaren her anı hafızama santim santim kazınmış yolda gidiyorum. Rampanın sonunda paslı karayavşan tabelası var. Biraz ileride, solda İbrahim Abinin azbarı, hemen çaprazında Kabadayı'nın evi var. "Önder"lerin azbarı gözüküyor köşede...Sol/sağ yapıp aşağı mahalle çeşmesinin önünden geçiyorum. biraz ilerleyince solda "Uğrak" bakkaliyesini, sağda eski kahveyi ve maç yaptığımız hafif meyilli yeri görüyorum. Hacı Abiy o aradan çıkıyor ağır ağır. İlkokul binasından önce Öğretmen Evi var. solda kimin olduğunu şimdi hatırlamadığım büyük ağaçlı, yüksek duvarlı ev var. ( O evde, benim çocukluğumda bir çocuğun (kazayla)kendini vurduğu geliyor aklıma) sonra okul duvarına paralel ilerlerken karşıda Karşaga'yı görüyorum bütün heybetiyle. Sağda köy çeşmesi şırıl şırıl akıyor. Solda Baco'nun dükkanının/kütüphanenin önünde bir kaç adam oturuyor gölgede. Onlara bir selam çakıp devam ediyorum. "Düğün salonu" pembe pembe gülüyor sanki. onun basamaklarına oturmuş bir kaç adam var, bir selam da onlara. Yol sağa doğru kıvrılırken ileriden Hacı Sadrettin (Evirgen) geliyor;ben dümdüz devam ediyorum, solda Börülerin evleri gözüküyor. Gülhan Yenge o köşede oturuyor, Mustafa Amca (Börü) ağzında sigarası yavaş yavaş aşağı doğru yürüyor. Karşagada kimse yok daha, Evirgenlerin garaj kapısı mavi mavi duruyor uzakta. Karşagaya geldiğimde sola sert bir dönüş yapıyorum arkamda bir toz bulutuyla. Sol köşede "cılap" ambarı ve kümes var (tatarcasını unutmuşum, ketek?) biraz ileride Rahmetli Hacı Babay'ın evini görüyorum, Mevlüt/Selçuk abilerin duvarlarını da. Sağa kırıyorum direksiyonu, fotoğrafta gördüğünüz evler çıkıyor karşıma...
dedemlerin azbarı; benim çocukluğumun, ilk gençliğimin en güzel günlerini geçirdiğim evler...
(devam edecek)
5 Temmuz 2010 Pazartesi
yaz tatili ve Karavşan günü önerisi
Bir önceki post'ta yazdığım evler serisine bu hafta içinde başlıyorum. bu kadar ara vermemin nedeni okul bitip karneyi alır almaz yaptığımız "tatil köyü" aktivitesidir.
eskiden de böyleydi, ama o zamanlar tatil köyü kavramı yoktu tabii, köy zaten tatil demekti benim gibiler için. Ankara'dan (oğuz, atilla, ikmet) İstanbuldan (ayhan, tarık, hacı ahmet)Polatlı'dan (ergin, tamer) karne biter bitmez köye gelirdik. (Ergin-Tamer ikilisinden o kadar emin değilim aslında) saydığım isimler "yukar maalle"nin" torunlarıydık, aşağı mahalleye dışarıdan gelen bir tek Recep'i hatırlıyorum benim yaşıtlardan.
"Alles Inklusiv" tatilim sırasında, gecenin bir vakti balkonda otururken eski karne sonrası tatil günleri geldi aklıma, bir de neden bir "Karavşan Günü" yapmayalım? sorusu. Tepreş aktivitesine hiç katılmadım ama benim kafamdaki daha farklı bir şey; yolu bir şekilde Karavşandan geçmiş; kalbinin bir yerlerinde hala ( gitmesek te kalmasak ta) o köye duyulan özlemi taşıyanları senenin bir günü; mümkünse de karnelerin alınıp ÖSS,ÖYS,SBS,LGS, vs.vs. türü sınavların sonrasında bir hafta sonu Karayavşan'da toplasak fena mı olur? kaç kuşak bir araya gelir, hısım akraba olup ta hiç tanışmamış olanlar birbirlerini öğrenirlerdi. bu değim olayın bayram seyran zamanlarında olması pratikte mümkün değil gibi geliyor bana. bu satırları okuyup ta konu hakkında fikir vermek isteyenler olursa bu olayı -bir şekilde- geröekleştirebiliriz gibi geliyor bana.
eskiden de böyleydi, ama o zamanlar tatil köyü kavramı yoktu tabii, köy zaten tatil demekti benim gibiler için. Ankara'dan (oğuz, atilla, ikmet) İstanbuldan (ayhan, tarık, hacı ahmet)Polatlı'dan (ergin, tamer) karne biter bitmez köye gelirdik. (Ergin-Tamer ikilisinden o kadar emin değilim aslında) saydığım isimler "yukar maalle"nin" torunlarıydık, aşağı mahalleye dışarıdan gelen bir tek Recep'i hatırlıyorum benim yaşıtlardan.
"Alles Inklusiv" tatilim sırasında, gecenin bir vakti balkonda otururken eski karne sonrası tatil günleri geldi aklıma, bir de neden bir "Karavşan Günü" yapmayalım? sorusu. Tepreş aktivitesine hiç katılmadım ama benim kafamdaki daha farklı bir şey; yolu bir şekilde Karavşandan geçmiş; kalbinin bir yerlerinde hala ( gitmesek te kalmasak ta) o köye duyulan özlemi taşıyanları senenin bir günü; mümkünse de karnelerin alınıp ÖSS,ÖYS,SBS,LGS, vs.vs. türü sınavların sonrasında bir hafta sonu Karayavşan'da toplasak fena mı olur? kaç kuşak bir araya gelir, hısım akraba olup ta hiç tanışmamış olanlar birbirlerini öğrenirlerdi. bu değim olayın bayram seyran zamanlarında olması pratikte mümkün değil gibi geliyor bana. bu satırları okuyup ta konu hakkında fikir vermek isteyenler olursa bu olayı -bir şekilde- geröekleştirebiliriz gibi geliyor bana.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)