31 Ağustos 2009 Pazartesi

dolmuş




Cevat Akay'dı ( yine yanlış hatırlamıyorsam tabii) köyün bildiğim tek toplu taşıma aracının sahibi. ( bir de oğlu Suat vardı, yaşça bizden daha büyük olan) Ekteki fotograftakine( tabii googledan buluntu)benzer, açık mavi renkli bir Ford'u ile haftada genellikle iki gün ( pazartesi-perşembe) "ıskele'ge" gider gelirdi. sabah 7-7.30 gibi, kütüphanenin önünden hareket eder, öğleden sonra 3-4 gibi Polatlı'dan geri dönerdi.

Selçuk caddesinde, Kazım dayımların apartmanının önüne parkederdi. çarşı-pazardan alınan çeşit çeşit malzemeler getirilir içinde istiflenirdi önceden. cam çereçve açık bir şekilde, püfür püfür bir yolculuk olurdu köye doğru. ne geyikler dönerdi yarım saat-45 dakika süren yolculuk sırasında...

kalabalık günlerde dolmuşta yer bulamayanlar (başka bi arabada da yer bulamadılarsa) taa mezarlık köşesine kadar yürürler, oradan Haymana yönüne giden arabalarla köye ulaşırlardı."bekleme" ya da onun gibi birşey derlerdi oraya.yol boyunca ne çok katlı binalar ne de köşedeki benzinci vardı o zamanlar, sadece "Haymana 39" tabelası vardı gelip geçen araçları seyreden.

yokluk zamanlarıydı o günler, herşey çok azdı,değerliydi,güzeldi...

balya




Sap-samandan devam. hala varmıdır bilmiyorum, benim çocukluk zamanlarımda balya da yapılırdı. köyde birkaç kişide vardı balya makinesi, yanlış hatırlamıyorsam resimdeki gibi turuncu renkliydi hem de. Cengiz (Evirgen) abi'de vardı mesela.

iki telli - üç telli diye ayrılıyordu bildiğim kadarıyla. tarladan genellikle römorka doldurularak köy yakınındaki harman yerlerine taşınırdı, orada kocaman balya blokları haline getirilirdi. sonrasında kamyonlar gelir, pazarlıklar yapılırdı. Tuncay dayımların gençlik zamanlarında balya yükleme işinden para kazandıklarını biliyorum. bir kanca yardımıyla balya kamyona kadar taşınır, orada halterdeki "koparma" stiline benzer bir hareketle kamyona istiflenirdi.

bizim evin arkasındaki balya bloklarında çocuk zamanlarımızda oyunlar da oynardık.balyaları tuğla gibi kullanrak evcikler yapmak, bir balyadan öbürüne atlamak, savaşçılık gibi oyunlarda mevziler yapmak gibi...

şimdi beni tanıyanlar "ulan, bu kadar sap saman yazdın, tarlada yarım gün geçirmişliğin var mı?" diyenler olacaktır.aslında tarla işlerinden bir milim bile anlamam, sadece hatırladıklarımı yazıyorum.

28 Ağustos 2009 Cuma

Angış




Hemen her evde "sürü" olduğu, peynirin/yağın mandıradan alınmadığı zamanlardı. 400-500 koyunluk büyük sürüler geceyi kırda geçirdikten sonra saat 10-11 gibi gelirdi tavşantepe tarafından. bu kadar çok hayvan olunca saman da para ediyordu o zamanlar. samanı tarladan toplamak, bazen tarlada bazen "harman yerinde" patos yapmak standart çiftçilik işleriydi. şimdiki gibi samanı alıp kendi içinde ince saman haline getiren sonra da samanlığa dolduran makineler de yoktu.

neyse, saman mevzuunda yazacak çok şey var, "balya ve patos" ritüellerini de yazacağım sonra. burada bahsetmek istediğim hatırladığım en "özgün" araçlardan biris,angıç ( ya da angış)

Samanı tarladan taşımak amacıyla, römorkun yanları aşağıya doğru indirilerek,ahşap kalaslar ve tellerle yapılmış iğreti bir konstrüksiyon römork tabanına yerleştirilirdi. biçerdöverden arta kalan saman yığınları "yaba"larla buraya atılır; daha fazla saman yüklemek için de üstünde gezilerek sıkıştırma işlemi yapılırdı. benim ilk traktör sürüşüm çayırdaki büyük tarlada saman toplama işine denk gelmişti. dümdüz tarlada yavaş yavaş bir boydan bir boya giderken iki tarafta iki dayım samanları angışa atarlardı. en sonunda, yüklenen saman yaklaşık 4-5 m yüksekliğe geldiğinde köye dönmek için harekete geçerdik. tuncay dayımın o saman kütlesinin üzerinde yolculuk ettiğini de bilirim.

hala biryerlerde kullanılıyormudur bilmem, varsa birileri orjinal resmi çeker de gönderirse onu da paylaşırım. Yukarıdaki resim ilk defa duyanlar için fikir vermesi için (hatırladığım kadarıyla böyle birşeydi) çiziktirildi.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

bızavlamak

dün "tatarcasozluk.com" diye bir site buldum. ne kadar işe yarayacağını test etmek için bir kaç kelime gireyim dedim; ilk aklıma gelen "bızavlamak" oldu. yazanın ömrüne bereket, direkt "buzağılamak" diye çevirmiş...

oysa biz bambaşka durumlar için kullanırdık. doyumsuz sohbet akşamları sırasında, zaten fazlasıyla yüksek olan alkol limitinin de üzerine çıkıldığında gerçekleşirdi "bızavlama" eylemi. bilmeyen genç arkadaşlar da olabilir; kusmak diyelim türkçesine.

kişisel geçmişimde hatırladığım en sağlam bızav olayı sevgili Hikmet'in evinde, minderde otururken bir anda odanın ortasına püskürttüğüm iirençliktir. gençlik işte...

hikmet...

21 Ağustos 2009 Cuma

türk traktör


Hafızam beni yanıltmıyorsa dedemlerde de vardı bir tane. uzun seneler önce, Polatlı'da görmüştüm yaşlı ve yorgun savaşçıyı. ne anılar saklıyordu kimbilir metal yorgunu sarı-turuncu gövdesinde.


bunu daha iyi hatırlıyorum, Enter öncesinde böyle bir traktörleri vardı dedemlerin. bu fotoğraf netten alınmış bir kare, poz vereni de Hasan Evirgen'e benzettim.

kurban bayramı

şeker bayramından farklı olarak her tarafın et koktuğu zamanlardı. cami sonrası, daha kahvaltı bile yapmadan dedemler girişirlerdi hayvana. ciğer ve kavrulacak et öncelikle çıkarılır, pişirilmek üzere çocuklarla mutfağa gönderilirdi.şimdilerde çok özlediğim o kocaman, kalabalık bayram sofrası taze kavrulmuş ciğerle,etle daha bir farklı kokardı.

ama kurbanın esas farklılığı ikindi vakti camiye çıkarılan yemeklerdi. herşeyin yok olduğu zamanlarda camiye yemeğe gidenler kaşıklarını yanında götürürlermiş, babam öyle anlatırdı. koca koca tepsilerde et yemekleri cami bahçesinde camiden çıkacak adamları ( ve haliyle çocukları) beklerdi. o zamanlardan aklımda kalan caminin giriş bölümündeki camekanlı yerde köyün en yaşlılarının ve hocanın yemek yediğiydi, "kırcımanlar", "caşlar" ve "ballar" ayrı tepsilerde kaşık çalarlardı yağlı yağlı yemeklere. sonrası hocanın "amiin!" çağrısı ile biterdi. bu güzel adet ilk üç gün tekrarlanırdı yanlış hatırlamıyorsam. biz çocuklar genellikle ilk gün gider, sonrasında oyuna dalıp ikindi zamanını unuturduk.

çocukluk sonrası, ilk gençlik zamanlarımızda bir-iki defa daha öğle olmadan etleri alıp iğde ağacının altına gittiğimizi, orada o dinlenmemiş etlerle mangal vs. yapmaya çalıştığımızı hatırlıyorum. sonuçta çiğ çiğ yediğimiz (kömürleşmiş hem de) etlerle ısınmaya başlamış biralar fena olmuyordu. ( sonradan bazılarımız kurban etiyle içki olmaz olayını deşmeye başlayınca mangal olayı kendiliğinden sona erdi)

bu iki atraksiyon dışında şeker bayramından bir farklılık hatırlayamıyorum. çocukken herşey daha güzel oluyordu zaten...

14 Ağustos 2009 Cuma

şeker bayramı-2

Seneler ilerleyip “caş” olduğumuzda bayram namazı için camiye de girmeye başladık. Caminin üst katı bizim gibi zıpırlara açılırdı. Namaz sırasında mutlaka birisi kıkırdar, dikkati dağıtırdı. Esas muhabbet namaz sonrasında olurdu: aşağıdaki adamların tamamı, başta hoca ve köyün en yaşlıları olmak üzere sıralanırlar; bayramlaşırlardı. İlk sıralı bayramlaşma benim için pek hoş bir sürpriz olmuştu.
Namaz sonrası evlere dağılır kahvaltı yapardık. Topluca, herkesin birarada olduğu güzel anlardı. Kahvaltı sonrası bir şekilde elemanlarla buluşur, köydeki yakın bulduğumuz evleri gezerdik. ( artık büyümüştük, fıstık torbasının ağırlığı pek bir anlam ifade etmiyordu tabii)

Neyse, evleri dolaşıp şeker ya da çikolata alma faslı da bittikten sonra serin bir yerde bayramın ilk biralarını içmeye başlardık. ( Bir tek Serdar’ın (Ağıral)bayramda bira içmediğini hatırlıyorum; o da ilk iki gün içmiyordu galiba)
Öğleden soran saat 2 gibi kızlar dolaşmaya başlardı. Biz de “kızlara” kabul edilmeye başladıktan sonra onların peşinden gezmeye başlamıştık. Şimdi düşününce çok anlamsız gelen bir olay o zamanlar bizim için pek önemliydi. Aynı kızlı-erkekli grup bir evden öbür eve dolaşıp duruyor; aynı şarkılar, aynı ikramlar, aynı muhabbet...
Gündüz gezileri biraz kısa sürerdi, esas eğlenceli olan gece toplanmalarıydı. Bizim zamanımız kızlı erkekli beraber gezilen “modern” zamanların başlangıç yıllarıydı. Pek sorunla karşılaşmadan “caşlar” da evlere girerlerdi. Akşamları penceredenin açılıp elemanların cama yığılması zamanı geride kalmıştı. gene de, usulen cam açılır; içeriye giremeyenler de oradan dahil olurdu muhabbete.

sene 88 di, karışık bir kaset çıkmıştı piyasaya. "fidayda" o yıl hangi bayrama denk geldiyse artık, üç gün içinde yüz defa falan çalınmıştı. onun dışında kızlar canlı şarkı da söylerlerdi avaz avaz; darbuka ve tef çalarak. "gide gide bir söğüde dayandım" türküsünden o zamandan beri nefret ederim.

Bayram esas geceleri olurdu. Köyün bakkalının içi,önü yaş gruplarına göre dolup taşardı. Bir süre bakkal civarında devam eden muhabbet gecenin ilerleyen saatleriyle evlere ya da köyün belli başlı “piyz” mekanlarına taşar; biraların biri biter biri açılırdı. İlk başlarda şişe biralar vardı, sonrasında kutuya girdi o caanım altın sarısı içecek.

sıradaki post kurban bayramı ritüelleri...

şeker bayramı - 1

Unutmak ne mümkün o güzel günleri...
Benim çocukluğum ramazanların sıcak, uzun yaz günlerine denk geldi. ( yaşlandık artık, Ramazan gene yaz aylarına geliyor; bu 35 yıl devrildi demektir) Uzun, sıcak, kavruk yaz sıcağında oruç ta pek zor gelirdi bi çocukarla. Kim tutardı kim tutmazdı pek hatırlamıyorum ama çocuk kontenjanından öğlene kadar oruç tuttuğu günler olmuştu. Akşam vakti yaklaşıp sofra telaşı başladığında “ocakay” ın ezanı okumasını sabırsızlıkla beklerdim. Birkaç günde bir mutlaka hamur yemeği pişerdi bizim evde. O muhteşem koku ( hele bir de şırbörekse) bütün “karaltı”yı kaplar, “zapar” statüsünden pişen yemeğin tadına önce ben bakardım.

Esas keyif akşamları olurdu. Teraviye gitmek niyetiyle evden çıkıp tenha bir köşede gizlice sigara içerdik topluca. Ramazanda içki olmuyordu haliyle...
Son gün gelip, “arpe”, iftar için şırbörek pişirildiğinde pek mutlu olurdum. Arife geceleri tuhaf bir dinginlikle geçerdi diye hatırlıyorum. Herkes erkenden dağılırdı, pek bir muhabbet te olmazdı.

Vee bayram sabahı. Evde bir koşuşturmaca olurdu hep. Dedem camiye evdeki herkesten önce giderdi. Bayramlıkları giyip cami bahçesinin yanında, “patmabay, Fatma abay” ın kapısında bekleşirdik çocuk zamanlarımızda. Sonrasında adamların camiden çıkışını görür görmez “bayramınız kayırlı bosun!!!” şeklinde şuursuzca bağırarak pamabay’ın evinden başlayarak köydeki tüm evleri dolaşır, elimizdeki poşetlere kabuklu fıstık doldururduk. Fıstığın yanında beyaz mevlana şekeri, ceviz, bonbon şeker, hatta elma verildiği de olurdu. Bir de “Lami ve Lord” efsanesi vardı ki, ayrı bir post konusudur, çocuklara verilmezdi. Erkek çocuklarda bir “hurraa!!!” gidişi olurdu genelde. Ne acelemiz vardı bilmem? Kızlar ayrı gezerlerdi. Bütün köy dolaşılıp poşetler ağırlaştığında bir yerde ( genellikle Oğuzların aşganada) oturup kim daha fazla toplamış diye bakardık. ( yanlış hatırlıyor olabilirim ama; bir seferinde Tarık’ın poşetinde ağırlık olsun diye konmuş bir taş bulmuştuk ) O işi de bitirdikten sonra klasik çocuk oyunlarına geri dönerdik, bayram biterdi bizim için. Konu açılmışken aklıma geldi; şimdiki gibi marka poşetleri yoktu tabii. Aklımda iki tane poşet kalmış : Ferruh Açık ve Erdoğan Tuhafiye baskılı poşetleri.

Bayram münasebetiyle alınmış harçlıkların köy bakkalında gazoz vs. Gibi şeylere tahvil edilmesi, geç çocukluk-ilk gençlik zamanlarının gizli gizli sigara-bira denemeleri yapılması genelde akşam saatlerinde olurdu)

bir sonraki post gençlik yıllarının bayramları ile ilgili

13 Ağustos 2009 Perşembe

arjantin 1978


hatırladığım ilk dünya kupasıdır 78. biz dedemlerin evinde, ercan dayım kendi evine seyrederdik. çoğunlukla almanları desteklediğimi hatırlıyorum o zamanlar. arjantin gol attığında ercan dayımın duvara vurup gool diye bağırdığını da hatırlıyorum.

o zamanlar çoğunlukla almanya tutulurdu; brezilya sempatisi her zaman vardı tabii. bir de, hangisi hatırlamıyorum; ramazan ayına denk gelmişti dünya kupası. dönemin hocası maçlara yetişmek için teravih namazını hızlandırılmış bir şekilde kıldırırdı.

yaşlandık artık, ramazan gene yaz aylarına gelmeye başladı; hiç bir zaman eski güzel ramazan ayları gibi olmayacak şekilde. bir sonraki post ramazan bayramı ritüeli üzerine olacak. ( lami ve lord şekerlerini anlatacağım hem de)

12 Ağustos 2009 Çarşamba

karayavşanspor

polatlı'da neredeyse hiç kalmadım, ama nasıl denk geldiyse tuncay dayımla birlikte karayavşan-kargılı maçına gitmiştik. ( ya da yeni mehmetli) seneyi ve kadroyu tam hatırlamıyorum tabii. ama kalede burhan yetkin vardı. ercan dayım yedekti o zamanlar. bir de rahmetli kabadayıyı hatırladım; o zaman bile bayağı yaşına rağmen oynamıştı sonradan girip. karşı takımda "paşa Hüseyin" vardı, fenerbahçe'de bile oynamıştı o zamana kadar. o mçta ben saha kenarında, Burhan'ın kalesinin arkasındaydım, paşa'nın attığı gol bugün gibi gözümün önünde. maç sonucu 2-0 ya da 3-0 gibi birşeydi...

google'da arayınca şu linki buldum şimdi;
http://www.alkaralar.com/icerikarastir.php?name=Kose_Yazilari&file=yazi_oku&sid=173

bayağı iyi hatırlamışım. Karayavşan renkleri kırmızı-siyahtı yamulmuyorsam, o formayı giymek bana bile nasip olmuştu bir keresinde. bir bayram günüydü, hiç unutmuyorum. Karakaya ile köy maçı var dediler, toplandık gittik. kadro o kadar zayıftı ki ben de bir devre oynamıştım. sonuç ? 0-6

köyün dışında, nispeten düz bir arazideki futbol sahasında yapılmıştı maç. ahşap telefon direklerinden yapılmış kaleler vardı, saha sınırları da belli belirsiz dikenlerden oluşturulmuştu.

sonra da belki hiç oynanmadı orada ?

aşağı mahalle - yukarı mahalle maçları

Aslında maçları yazmadan önce "aşağı / yukarı" kavramlarını ve sınırlarını çizmek gerek diye düşünüyorum. benim jenerasyondan bir öncekinde ( erol-erkal-ilhan-hasan-ersin dönemi gibi)pek aşağı/yukarı ayrımı yoktu bigi hatırlıyorum. buna karşılık benim çocukluk dönemimde bayağı bir gruplaşma içindeydik. biz "yukar malle" nin çocukalrı daha çok yaz tatillerinde köye gelenlerden oluşuyorduk : ben, oğuz-atilla, hikmet, tarık, hacı ahmet,murat, ergin. rahmetli acı meşit" in torunu tamer bazen bizle bazen aşağı ile takılırdı. aşağı mahallenin çocukları arasında serdar,sertaç, yasin, recep, samim, serkan ilk başta aklıma gelenler. bizden bir sonraki jenerasyon daha kalabalıktı, onlar içinde yaşça bize yakın olanlar da maç kadrosu içinde yer alırdı.

orak zamanı bitip te yapacak işi kalmayan adamların gaza getirmesi ile akşamüstleri bayağı iddalı maçlar yapardık; ya aşağıda, erkalların evinin bitişiğindeki boş alanda ya da bayırbaşında. bazen dedemlerin arka tarafındaki harman yerinde ya da cengiz abinin bahçesinde oynadığımız da olurdu, ama favori yer erkal'ların arkasındaki alandı.

hafif aşağıya doğru eğimli, 30 X15 m lik bir arsaydı orası. orayı daha önemli kılan okul tarafındaki eski evdi. (bir dönem kahve olarak ta çalıştığını hatırlıyorum) oranın terasında adamlar toplanıp genelde "bizi" kızdırılardı. bir de şepiyık'ın efsanevi "uğrak" bakkaliyesi de orada, yol üstündeydi hemen. yol kenarında bir de voleybol sahası vardı; bizden büyükler akşamüstü orada "veleybol" oynarlardı birasına. ( bak şimdi, o da ayrı bir blog konusu olsun) rahmetli "hacı abinin" evlerinden çıkıp maç sahasının kenarından yukarı doğru gidişi, giderken de mutlaka bize laf atışını da hiç unutmadım tabii.

maçlarda ne mi olurdu? genellikle aşağı mahalle bizi yenerdi. itiraf etmek gerek, serdar,sertaç,yasin, metin, ( hatta o zamanlar ufacık olan vahit - ki ingiliz whiteside dan dolayı vayitsayit olarak söyleyenler de vardı diye hatırlıyorum; ya da şimdi uydurdum- ) bayağı iyi oyunculardı.

bazen biz de kazanırdık canım.. bunları yazınca aklıma bir bayram günü hasbelkader benim de oynadığım köy maçı geldi, bir de polatlıdaki köylerarası turnuva. onu da bir sonraki blogda yazacağım.

güzel günlerdi...

6 Ağustos 2009 Perşembe

bira bu kapağın altındadır


Kutu biralar daha hayatımıza girmemişti tabii... (pis amerikan filmlerinde gördüğümüz kutu içecek olayını ilk "Bixi Cola" adlı iğrençlikle tatmıştık, onu ayrı bir yerde anlatırım sonra) Bizim çocukluğumuz, gençliğimiz " o kapağın altındaki bira" sloganını dinleyerek geçti. Kayredin abiy bol bol getirirdi, kasa kasa götürürdük!

Arada bir "Baco" Tuborg getirirdi, bazıları da "kırmızı" olurdu, yüksek alkollü cinsinden. O daha sonra...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Gazoz / Gozoz / Kazoz




Köyde iki bakkal dükkanı olduğu zamanlardı. Bira, kola, gazoz gibi hayati sıvılar ev tipi buzdolaplarında olurdu. Buzdolabı kapğında fiyat tarifesi olurdu kötü bir yazı ve daha kötü bir Türkçe ile yazılmış. O yazılardan aklında kalanı ise tabii ki gazoz için yazılanlardı : Şepıyık'ta "KAZOZ" ; Baco'da "GOZOZ"

Benim çocukluğum Elvan ve Uludağ gazozun olduğu; cola'ya "kara" , yedigün'e "sarı" denilen zamanların çocukluğudur. bir de Aroma vardı, koyu renkli şişesiyle.

Şişenin ağzını başparmağımızla kapatıp sallamak, sonra da şişe ağzını biraz aralayıp buz gibi gazozu F1 yarışı kazanmış da şampanya içen pilot edasıyla içmek güzel gelirdi bize. ( o zamanlar F1 den haberimiz yok tabii) Bir de gazozun içine beyaz leblebi atardık hatırladığım kadarıyla...

MAN



MAN Kamyon... çocukluk günlerimden aklımda kalan iki kamyon markasından birisi. (Diğeri Ford D1210 ) Biraz google çalışması yapınca hatırladım; üç modeli vardı o zamanlar MAN'ın. 520 HN / 19.190 / 22.190 . Ayfer abinin (Evirgen) galiba 520 HN si vardı.

kamyon demişken Murat'ların (Evirgen) bahçeyi ikiye ayıran efsanevi kamyona bir selam gönderelim. markasını/modelini birisi söylese de burada herkesle paylaşsam ne güzel olurdu.

4 Ağustos 2009 Salı

tren istasyonu



genelde boğaziçi ile giderdim, "mavi tren" o zamanlar durmazdı polatlı'da. uzun, sıcak, bitmek bilmeyen tren yolculukları sonrasında indiğim istasyon binasını unutmak ne mümkün. (biraz daha büyüyüp "gar'da bira" olayına girdiğimde daha da anlam kazandı tabii.) neredeyse 30 yıldır hiç değişmeyen bir binadır orası, Teoman'ın "istasyon insanları" şarkısını duyduğumda ilk gözümün önüne geliveren.

istasyon binasının ana merdivenlerine geldiğimde ilk gördüğüm Atatürk heykeli ve meşhur "Pastacılar" pastanesi olurdu köşede. sonraları bir köşeye de "Midas" açılmıştı, hala varmıdır bilmem.

farz oldu; ilk Polatlı'ya gidişte gidip bir ziyaret edeceğim; hala mümkünse bir bardak ta bira içeceğim tabii. Malum mahalle baskısı :-(

3 Ağustos 2009 Pazartesi

rakı



Biz rakıyı bu şişesinde sevdik o zamanlar. o keskin, naif anason kokusu sizin de burnunuza geldi mi peki? "Kozu" derdik bazen, aşırma tavukla pek de güzel giderdi. tabii ki çay bardağında içilirdi, ööle şimdiki gibi rakı kadehleri yoktu pek. (birgün günümüz rakı kadehinden bahsedecek olursam üstad Aydın Boysan'ın tasarımını uzuun uzun anlatmak isterim. )