4 Kasım 2011 Cuma

Kurban Bayramı




Köyümden uzak kimbilir kaçıncı bayram... Kurbanla ilgili ne yazmışım diye baktım da olan her bir şeyi yazmışım gibi görünüyor. eski yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

şimdilerde, bildiğim kadarıyla, bir miktar kişi gene köye gelip kurbanını kesiyor; sonra da kokusunu köyde bırakıp Polatlı'ya dönüyor. nasıl olur, ne zaman olur bilmiyorum ama yakın bir zamanda bir bayram sabahını gene köyde geçirmek istiyorum. Sabah serinliğini, camiye giden yolu, epey bir eksilmiş cemaati,artık olmayan yüzleri hissetmek hüzünlü olsa da son bir kez yaşamak gerek gibi gelmeye başladı. en çok da annanemi arayacak gözlerim; biliyorum...

herkese "eski bayramlar tadında" bir bayram diliyorum, epey yoğun bir iş ortamı nedeniyle bir süredir birşeyler bulup ta yazamadım. ama bir sonraki konuyu buldum: kuran kursu (şimdilerde aklımda üç dua kaldıysa o günlerde gittiğimiz "hoca"dan kaldı)

iyi bayramlar...

14 Ekim 2011 Cuma

Sarı Mercedes



Bayram (İlyas Salman) senelerce Almanya’da çalışır, didinir ve “Balkız” adını verdiği bir Mercedes alır. Bütün hayali köyüne gidip hor görüldüğü senelerin intikamını almak ve sevdiği kızla (kezban) evlenmektir. Kapıkule’ye kadar sorunsuz gelir; ondan sonra da kendisinin ve arabasının başına gelmeyen kalmaz.


Buraya kadar bir filmin kabaca bir öyküsünü yazdım. Bizi ilgilendiren kısmı ise bu (her ne kadar İlyas Salman’dan hiç haz etmesem de) başarılı yol filminin bazı sahnelerinin bizim oralarda, çokca da Şıhali’de çekilmiş olması. İmdb.com da filmin vizyon yılı olarak 1992 gösteriyor ama bizim oralardaki çekimler çok daha önce yapılmıştı gibi geliyor. (nitekim filmin beş yıla yayılan bir sürede çekildiği bilgisine ulaştım bir sitede)

“Filim şegelermiş, Şıkali’li bilmem kımın ulu bilmem ne de Bişer şopörü olup filmge şıkacak eken” şeklinde bir laf dolaşmıştı o yaz. Üşenmeden gidip film çekimine “nezaret edenler” olduğunu; İlyas Salman’ı yakından görüp “bek şırkin eken yaw?” şeklinde yorumlar yapıldığını biliyorum. (Sarı Mercedes kırmızı bir Laverda’nın yola aniden çıkması sonucunda şarampole yuvarlanır, haşat olur ayrıca)

Neyse, dolaylı da olsa Karavşan sosyal hayatına bir çizik atmış bir olayı daha sizlerle paylaşmış olmanın keyfini sürüyorum. Üşenmez de filmi seyrederseniz bizim oralardan sıcacık kareler yakalarsınız. Bir de (Youtube’da) 5/9 bölümündeki vapur sahnesindeki efsanevi “Burhan Pazarlama” ya dikkat edin, adam gerçek bir şehir efsanesidir.

bir kısa dipnot; Karavşan'da pek Almancı yoktu bildiğim kadarıyla. (Hacı Meşit'in torunu Tamer'in ailesi geldi aklıma bir tek. bir de Burhan Amcalar tabii, Amerika'dan)

11 Ekim 2011 Salı

karşaga



çok matrak; bir kaç gece önce blogdaki bütün yazıları şöyle bir inceledim ve "karşaga" ile ilgili olarak hiç bir şey yazmadığımı farkettim. karavşan akşam üstlerinin olmazsa olmazı, gecenin karanlığında doyumsuz sohbetlerin mekanı...

köy içinden geçen ana yoldan kuzeye, dedemlerin evine doğru toprak bir yol uzanır. sağlı sollu evlerin, depoların sonundaki Rahmetli Selime acanayın evinin (daha doğrusu ambar/depo) güney cephesi tam da köy meydanına cephelidir. orada oturan meydandan geçen herkesi, her arabayı görür. hemen duvar dibine atılmış bir kütükte oturarak köyün olağan hareketliliğine tanık olur. orası "karşaga"dır...

çocukluk zamanımızda karşagaya gitmez, çekinirdik. kızların toplandığı bir yerden mümkünse geçmezdik bile; yukarıya gideceksek (artık her ne işimiz varsa) karşagadaki topluluğu görünce yolumuzu uzatır; Hikmetlerin "karaltıdan" geçerek giderdik yolumuza.

zaman geçti, büyüdük... karşaga saatini bekler olduk tabii. hava kararmadan bir- bir buçuk saat önce toplaşırdı karşaga sakinleri. genellikle "yukar mallenin" kızları gelirdi; aşağıdan Meliha ablaların (meliha-Neziha Özmen) geldiğini biliyorum düzenli olarak.çekirdek çitlenir (şimışka carılır) sohbet edilirdi uzun uzun. duvar dibindeki kütüğe yaş sırasında göre oturulur, etrafında çömelerek sohbet devam ederdi. bir de hemen oracıktaki elektrik direğine dayanarak oturan bir kişi olurdu mutlaka. hemen direk dibinde beyaz bir taş vardı; hala da durur.

orada oynadığımız dokuztaşı başka hiç bir yerde görmedim. oynayacaklar iki takıma ayrılırdı. büyük ablalar takımı yapar; atlayıp zıplama potansiyeli yüksek olanlar öncelikle seçilirdi. sonrasında yassı dokuz taş -tam da Erdinç abilerin garajının köşesinde- üstüste konulur, yaklaşık 20 adımlık bir mesafeden topla vurulmaya çalışılırdı. bir tür bowlingdi oyunun ilk aşaması. topun taşları devirmesiyle bir takım etrafa kaçışır; taşların başındaki takım da topu yere değdirmeden kaçanları vurmaya çalışırdı. vurulmadan taşları dizmeyi başaran ekip kazanırdı.

bazı akşamlar rutinin dışına çıkılır, "oba" ya gidilirdi. ya da bostan zamanı birinin traktörü "cekmesi" ile römorka doluşulur, güvenlik kaygıları olmaksızın şarkılarla bostan yemeye gidilirdi. bazı dönemler karşaga yerine okul bahçesinde "veleybol" oynamak gözde olurdu; uzun bir süre karşaga yerine okul bahçesinde toplanırdı insanlar.

hava kararmaya başlayında karşaga dağılır; herkes yemeğe giderdi. sonrası gece kuşları ellerinde biraları ile (her zaman değil ama) belirirdi. bir süre orada oturulur, gecenin ilk muhabbetleri orada yapılırdı. sonrasında gecenin karanlığında kaybolunur, ya kızlara ya da dükkanlarda bira içmeye gidilirdi genellikle.

son gittiğimde gene oturdum orada, bir sigara yaktım eski günlerin anısına. yıllara inat aynen duruyordu karşaga duvarı. yukarıdan biraz çatlamaya başlasa da gene de ayaktaydı. keşke sonsuza kadar öyle kalabilse...

5 Ekim 2011 Çarşamba

Römorklar




Plazanın hemen dibinde başlayan bir kazı var. günde yaklaşık 100 kamyon hafriyat için giriş çıkış yapıyor, arada bir terasa çıktığımda da ( Ki Maslak'ta, 30. katta bir teras bulunmaz bir lükstür) aşağıdaki hafriyat çalışmalarına bakıyorum. "yeni tip hafriyat kamyonlarının iç cidarları artık molozların rahatça dökülebilmesi için tamamen çelik kaplama olarak imal ediliyor" diye düşünürken birden köydeki römorklar (ki tatarca "remoq" olarak telaffuz edilir) geldi. römorklarla ilgili aklımda kalanları yazacağım şimdi de...

yukarıdaki resmi netten buldum. benim çocukluğumdakiler böyde değildi tabii.. çok daha küçük, ahşap tabanlı, -tabii ki hidrolik mekanizması olmayan- mütevazi ama olmazsa olmaz araçlardı.

herhalde 2-2,5 ton taşıyanları hatırlıyorum ilk olarak. ahşap kasalı, genellikle dört tekerlekli (iki tekerli olan daha küçük versiyonları da vardı)olan bu römorklarla herşey taşınırdı. (insan da dahil) tarlada gölgesinden yararlanılıp yemek yenmesi de olmazsa olmaz bir ritüeldi tabii.

römorkun ön tarafında traktör bağlantısının yapılması için ve ayrıca ana şasiyi taşımak için ön tekerlekle birlikte hareket eden üçgen bir çelik parça vardı. traktör geri geri gelirken epeyce ağır olan bu parça kaldırılır, gerekli manevralardan sonra traktörün bağlantı çubuğuna takılır ve demir bir çubukla bağlantı işlemi tamamlanırdı.

her römorkta olmayan küçük bir sandık/avadanlık römorkun ön tarafında yer alırdı. römorka binerken -özellikle küçüklük zamanlarında- bu aparat çok işe yarardı doğrusu.basit bir asma kilit mekanizması da içindekilerin güvenliğini sağlardı.

römorkun yan taraflarında gerekli durumlarda kapasiteyi artırmak için kullanılacak ek parçaları için sabit profiller olurdu. bu profillerle geçirilen ayaklar sayesinde römorkun yüksekliği 30-40 cm artırılırdı. orak zamanı güçlü traktörlere iki (hatta üç?) römork bağlandığı bile olurdu.

diğer bir detay da arka taraftaki ayak koyma çubuğu idi. yine her römorkta olmayan bu "aksesuar" sayesinde römorka binmek daha kolay olurdu. biraz büyüyünce tekerlekleri kullanarak ta römorka binilebileceğini öğrenmiştik. son olarak ta; römorku içten desteklemek amaçlı olarak kısa kenarların tam ortasından bir zincirle bağlamak vardı ki römorkta seyahat ederken bu zincirin üstüne oturup rüzgara karşı durmak (ve büyüklerin uyarısıyla inmek)römorkla ilgili hatırladığım diğer bir detay olarak kayda geçiyor.

römorkun dört tarafındaki kapaklar aşağı indirilerek "angıç" moduna geçilirdi ki önceki postlardan birinde bunu yazmıştım. ya da daha yüksek direkler kullanılarak ve çadır bezi ile kapatarak römorkun kapalı bir şekilde kullanılması da mümkün olurdu.

ardan zaman geçti; römorkların ahşap tabanları önce çeliğe çevrildi. kurak yaz zamanı cayır cayır yanardı onlar. sonra daha büyük ve yüksek römorklar yapılmaya başlandı. son olarak hidrolik boşaltma sistemli römorkları biliyorum; daha da fazlası yapılır mı bilmem.

nerden nereye, bilmem kaç tonluk bir hafriyat kamyonunun çelik tabanı bana neleri hatırlattı; dahası hafızama ne kadar detay atmışım o zamanlarda..

yazmaya devam; bir gün bunları kimse okumasa da ben zevkle okuyacağım.

(yeni geldi aklıma, bir de bazılarının tabanında 30X30 civarında bir boşaltma deliği olurdu. çok işlevsel birşey olmadığı gibi içinde top falan oynarken ayağın takılıp yere düşülmesi tehlikesini de yaşatırdı. bir de buğday vs. yüklü kasanın bir tarafının açılıp içindekilerin aşağıya döküldüğü anı çok everdim. kapak büyük bir şiddetle aşağıya iner, içindeki mahsul boydan boya (genellikle "elezenon" civarına) yerdeki çadıra dökülürdü)

23 Eylül 2011 Cuma

nogaiblogspot

kimseden cevap gelmedi demiştim ya, eskileri tarayınca (köyden gönderilen birkaç geri dönüş var da) taa uzaklardan bir yorum bırakılmış, onu keşfettim. sağolsun yorumla birlikte "köy düğünleri" serisini alıntılayıp kaynak göstererek yayınlamış. ilgilenenler için linki aşağıda.

http://nogai.blogspot.com/2010_02_01_archive.html

portatif çeşme



geçen hafta oğlumla Kadıköy'de yeni keşfettiğimiz konsept ürünler satan bir mağazaya girdik. tam çıkışta duvarda rengarenk, metal su hazneleri çarptı. birden geçmişe, bu blogun yazılma nedeni olan Karayavşan günlerine gittim.

köyde evlere bağımsız su tesisatının çekilmediği zamanlarda, aşganalarda ya da giriş hollerinde kullanılan; dışarıdan taşınan suyla doldurulup portatif bir çeşme olarak hizmet veren galvaniz su "pınarları" geldi aklıma. yukarıdaki eskizde kabaca çizdim; üç aşağı beş yukarı böyle birşeydi.

yaklaşık 40x50x25 cm ebatlarında, galvaniz, üst tarafında su doldurma kapağı olan iptidai ancak fonksiyonel bir üründen bahsediyorum. hertürlü metal malzeme ve eşyasının satıldığı dükkanlarda bolca bulunurdu zamanında. duvara iki çivi çakılır, arkadan asılırdı. basit bir aç/kapa musluğu ile alet tamamlanmış olurdu.

evlerde su tesisatı olmasa da mutlaka mutfak için döküm mozaikten lavabolar yapılırdı. su gideri içinse, genellikle sarı plastik bir hortum/boru evin arka tarafına çıkarılır, su serbest şekilde dışarı atılırdı.

bu su pınarlarının olmazsa olmazı, çizimde de belli belirsiz çizdiğim danteldi elbette. "verevine" yerleştirilmiş bir elişi sözkonusu ürünü tamamlardı ev içindeki yerlerinde. küçük bir ayna ve hemen yanıbaşına konan bir sabunluk ta sevgili su pınarımızın en yakın iş arkadaşları olurdu.http://www.blogger.com/img/blank.gif

bir de malzemenin özelliğinden dolayı çabuk ısınıp geç soğuması da vardı ki sıcak yaz günlerinde dolu halde güneş altına bırakılıp sıcak su elde edildiği yerler de geldi aklıma şimdi.

(bu zamanda muhtemelen) kimsenin aklına gelmeyecek ufak bir detay daha yakalamış olmanın mutluluğuyla bu konuyu kapatıyorum. işlerimin yoğunluğu nedeniyle uzun bir zamandır blogla ilgilenenmedim.

şimdiye kadar kimseden gelmedi ama (Dr. Erol Önder'i ayrı tutuyorum) geçmişle ilgili yazılmasını istediğiniz herhangi bir konuyu ya da anıyı paylaşabilirseniz seve seve yayınlarım. ayhan.okmen@gmail.com adresi ya da aşağıdaki yorum bırak linki bana ulaşmak için yeterli oalcaktır.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Haymana kaplıcaları

Orak sonrası...
Rahmetli annanemi bir telaş kaplar; çantalar bavullar hazırlanırdı. sanki uzak bir güney kasabasında bütün bir yaz geçirecekmişçesine uzun süren hazırlıklarla 20*25 km ilerideki haymanada geçirilecek bir haftanın eşyaları toplanırdı bir süre.

dedem, annanem hiç tatile gitmediler. Onlar için tatil bazen bize gelmek daha çok ta "Aymana'da" banyoya gitmekti. yanlarına genellikle kazım dayımla teyzeannem de katılır"bır apta on kun" sürecek banyo sefası başlardı.

haymana... babamın çocukluğunda arkadaşlarıyla beraber ahırlıkuyu'dan yürüyerek gittikleri, muhtemelen kargacık burgacık dükkan vitrinlerindeki enteresan birkaç şeyin hayalini uzun uzun kurdukları (1950 leri başından bahsediyorum) hem çok uzak hem çok yakın ilçe... hafızamı biraz zorladığımda bir "Amet doktor" dan bahsedildiğini hatırlıyorum. Eleman gelen hastalarından para ve eşdeğeri ne olursa (et, tavuk, altın) vs kabul eden efsane bir adamdı. uyguladığı yöntemler Hipokratla Onun arasında; bazen çok iyi şeyler söylenir bazen de yerin dibine batırılırdı.http://www.blogger.com/img/blank.gif

bir senesi babamla beraber gittiğimizi hatırlıyorum, kırmızı 59 model vosvosumuzla. Ahırlıkuyudan sonrası oldukça keskin virajlarla dolu, ortalama bir yoldan geçerek gitmiştik. O gün arabanın külüstür teybinde çalan şarkı bugün benim en çok sevdiğim TSM şarkısıdır : Ada Sahillerinde Bekliyorum. en sevdiğim yorumuyla; Candan erçetin'in yorumu için tıklayın : http://youtu.be/5a0J1faMcw4

neyse, banyo/hamam muhabbetine dönelim. annanemler orada kalırken mutlaka bir kere ziyaretlerine gidilir; bir istekleri olup olmadığı sorulurdu. döndükleri zaman da bütün köy mutlaka "koşkeldın" ge gelirlerdi. (bizim oralarda insanların birbirine gitme bahanesi uydurması konusunda çok sevdiğim bir laf vardır : tavuğu cımırtlasa kayırlı bolsunda ketılır !)

önce adamlar dedeme , sonra kadınlar annaneme hoşgeldin ziyareti yaparlardı. onların evden uzak olduğu hafta tuhaf bir sakinlik içinde geçerdi. mutlak bir boşluk olurdu hüzünlü akşamlarda. (şimdiki yalnızlık ve terkedilmişliğin hüznünün yanında çok anlamsız geliyor tabii...)

bir sonraki post yaz tatili alışkanlıkları ile ilgili..side'deki efsanevi polatkent'i, Vahit abinin tatile giderkenki evlilik cüzdanı hikayesini ve Mevlüt abilerin izmir fuarı ziyaretini yazacam...

5 Temmuz 2011 Salı

orak öncesi



bütün bir senenin beklentisi, umudu, heyacanı yaklaştı gene. senelerdir gitmesem de; her orak zamanı geldiğinde içim pır pır eder. hava durumunu daha bir dikkatli takip eder, dedemle konuşmamda ilk havaları sorarım. kolay değil; bütün bir yılı topraktan gelecek kazanca endekslemek, birikmiş borçları, ötelenmiş hayalleri ve gelecek yılın sermayesini hazırlayacak olmak.

gene bir orak zamanı yaklaşıyor bizim oralara. kimbilir kaçıncı yıl; orak heyecanını yerinde yaşamayalı. altın sarısına dönmüş tarlaların akşam kızıllığındaki nefis görüntüsü, tarladan gelen ilk ekinin büyük bir hevesle ambara aktarılması, hiç bir şeye benzemeyen o toprak kokusu.

herkes için hayırlı, bereketli bir orak olması dileğiyle...

27 Haziran 2011 Pazartesi

Sıdıyık Enişte

Yaprak dökümü devam ediyor. Ellerinden öpülesi "kartlarımız" birer birer sonsuz yolculuklarına gidiyorlar. Fötr şapkası, takım elbisesi, bastonu ile köy meydanına doğru ağır adımlarla gelişi geldi ilk aklıma.

Mekanı cennet olsun, nur içinde yatsın.

15 Haziran 2011 Çarşamba

annanem

Annanem Cevriye Kalkay yaklaşık iki bucuk aydır sürdürdüğü yaşam mücadelesini kaybederek 13 Haziran pazartesi günü aramızdan ayrıldı. Geride 65 yıllık hayat arkadaşını, çocuklar, damatlar, gelinler, torunlar ve küçük torunların olduğu kalabalık bir aile ve hep sevgiyle anımsanacak güzel hatıralar kaldı.

İlk gençlik zamanlarımda sağa sola sakladığım sigaraları bulduğunda sessizce bana geri veren, benim için yaptırdığı yorganı gösterirken “ilerde örttüğünde annanem yaptırmıştı deyip beni hatırlarsın” diyen, bana özel şırbörek yaparken sıçrayan yağdan yüzünü yakan kadını kaybettim ben.

Artık dedeme kimse “Sımay!” diye seslenmeyecek, hiç bir un helvası onun kavurduğu kadar tatlı olmayacak, şırböreğin tadı hep biraz buruk olacak. Sahur zamanı –yapılmıyor zaten ya- pişirilen kalakaylar asla onunki gibi kabarmayacak, Yedigün portakala onun gibi kimse “Sarı” demeyecek.

Beni köye bağlayan en önemli iki figürden birisi yok artık. Ben yaz tatili olduğunda hep "ananemlere" giderdim. Kollarını açarak karşıladı hep; 40 sene de böyle oldu. İstanbul’a dönüş zamanı gelip te arabaya binerken hep "çok az oldu ya oğlum" derdi. Arabanın arka camından en çok ona bakardım hüzünlü ayrılık saatlerinde.

Dün son yolculuğuna uğurladıktan sonra evdekilere baktım; herkes oradaydi ama O yoktu. O evin sahibesi; herseyi geride bırakarak gitmişti. Bebek yasta toprağa verdiği iki oğlunun; 21 yasinda kaybettigi ve geçen 25 yıl boyunca yasını tuttuğu kızının yanına... Ebedi yolculuğunda kavuştukları -muhtemelen- geride biraktiklarindan daha fazlaydı.

Hep çektirmeyi hayal ettiğim büyük aile fotoğrafı sonsuza kadar içimde ukde olarak kalacak artık. Biz geniş zamanlar umuyorduk böyle şeyler için, vaktimiz olmadı...

Işıklar içinde yatsın; onu cok ozleyecegim.

21 Nisan 2011 Perşembe

yeniden...

Saçma sapan yasaklamalarla, abuk subuk gündem maddeleriyle geçiyor zaman. Blogspot yayınlarının kesilmesi de bu abukluklardan birisi olarak yaşandı bitti. bu arada DNS ayarları ile vs. uğraşacak/araştıracak zaman da bulamadım açıkçası. neyse, Karavşan anıları geri dönüyor. bellğime kazınmış güzel günlere ait küçük detaylar silinip gitmeden aklıma geldiğince, dilin döndüğünce anlatmaya devam..

2,5 yıldır bitirmeye uğraştığım AVM projesinin son aşamasına geldik; 31 Mayıs akşamı Antalya'nın en büyük AVM si açılırken çok yoğun ve stresli geçen bir dönemim sonuna gelmiş olacağım ve blog ile daha çok ilgileneceğim.

herkese tekrar merhaba, Karavşan anıları geri döndü. Kimseden bir geri dönüş/yorum/destek almadan hem de...

2 Şubat 2011 Çarşamba

şubat tatili -2

şubat tatili geldi gene. iş güç epeydir blogu da boşladım, her hafta en az iki günlük Antalya iş seyahatleri, ofiste geçen stresli zaman vs.vs. ilginçtir, bloga birşeyler yazayım dediğimde ilk aklıma gelen Şubat tatili oldu; geçmişte ne yazmışım diye baktığımda bundan tam bir yıl önce yazdığım postu buldu. 03.02.2010 tarihli yazıyı buradan okuyabilirsiniz. aradan 20 küsür sene geçtikten sonra; herşeyi de zaten yazdıktan sonra yeni birşeyler bulmak zor ama geçen sene yazdıklarımın detayına ineceğim şimdi :

- soğuk, çok soğuk: hem de ööle bööle diil, çıplak ayakla evin soba kurulmayan bölümlerine bastığımda soğuğun oda zeminine işlediğini hissederdim. kuru soğuk, insanın burun deliklerini donduran temiz hava evlere yaklaştıkça kömür kokusuyla karışırdı.

sıcaklığın eksi bilmem kaçlarda dolaştığı bir akşam Şepiyık'ta içerken Ersin abinin (yetkin) olmadığı konuşuldu. herkeste kafa güzel tabii, kim dediyse artık, kalktık cümbür cemaat evine gittik. Ersin abilerin ev de köyün dışında, Karakaya yolu üzerindeki bağımsız avlu. Kalabalığın verdiği güç işte; gecenin bir vakti köyün bütün köpekleri serbestken o saatte oraya gidilmezdi. Neyse, gittik, Ersin abinin kapıya dayandık. Ersin abi yatmıştı; içerde soba falan da yanmıyor, o kadar da soğuk var. gecenin esprisini oracıkta patlatmıştı : olm, kapatın kapıyı da dışarısı soğumasın.

soba yanmayan evler o kadar soğuk olurdu işte; tersi de pek güzeldi. çeşit çeşit sobalar (ki Şakir Zümre en meşhuruydu tabii) evlerde nerdeyse hiç durmadan yanar dururdu. "Kovalı" tabir edilen sobaların öncesini de biliyorum az çok, pek zahmetli bir işti külleri boşaltmak. şimdi müthiş bir detay geldi o günlerden : sobanın etrafına saçılmış külleri süpürmek için hindi tüylerinden minik süpürgeler yapılırdı, nedensiz bir korku duyardım o küçük süpürgelerden...

Evlerde genellikle kömür yakılırdı tabii. sonrasında çıkan kömürler evvin arkasındaki çöplüğe atılırdı ki meşhur "kültebe" lafı da -sanırım- oradan geliyor. kültebeye bir şey dökmeye çıktığınızda evin köpekleri mutlaka koşup gelir; bir kemik çıkar mı diye beklerlerdi. sadece kül boşaltılınca da hafif ılık külün içinde şöyle bir yuvarlanıp bedenlerini ısıtırlardı.

dedemlerin evde yoktu; hatta Karavşanda bile varmıydı emin değilim ama bir tür kalorifer sisteminin Tatlıkuyuda, babamın kuzeni rahmetli Kenan amcanın evinde var olduğunu biliyorum. "PEŞ" denilen, bir tür kalorifer sistemi sayesinde evin farklı odaları merkezi olarak ısıtılırdı. konvansiyonel soba sistemlerinde ise tek mekanın ısıtılması, varsa evin diğer bireyleri için sadece gece yatma vaktine yakın sobanın yakıldığı olurdu.

günlük oturma odası akşamın bir vakti yatak odası haline getirilir; yatak yorgan evin soğuk odalarından taşınırdı. (Sandıklı Çek-yatların olmadığı; standart somya/sedirlerde yaşamın sürdürüldüğü zamanlardan bahsediyorum) buz gibi odadan getirilen yorganların soğuğunu herzaman sevmişimdir, tuhaflık işte...

14 Ocak 2011 Cuma

manzara



gençlik zamanlarımda hep köyün iç taraflarında bir evde oturmak istemiştim. Dedemlerin evi yukarı mahallede; köyün dış sınırında bir evdi. merkezde oturma fikri bana daha iyi geliyordu; köy içi yaşantısına daha hakimdi orta taraflar çünkü.

uzun, içkili Karavşan gecelerinin sonunda yukarı doğru tırmanmak; nispeten daha ıssız yerlerden geçerek (o zamanlar sağlam köpekler vardı) eve ulaşmak her zaman zor gelmişti bana.

şimdi düşününce köyün yukarı/yüksek yerlerinde oturanların daha şanslı olduğunu düşünüyorum. yukarıdaki resim dedemlerin sundurmasından çekildi. bütün bir merayı, Ahırlıkuyuyu bir bakışta görebileceğiniz güzel bir manzarası vardı. bu vesile ile köydeki evleri "manzara" kriterine göre değerlendirmeye başlıyorum.

köy -susadan da görüleceği gibi- mevcut arazi içinde en uygun yerlerden birine kurulmuş. yol kotuna göre yüksek bir alanda, genellikle düz sayılabilecek bir zeminde yerleşim olmuş. köyün "aşağı mahalle" olarak adlandırılan bölgesi daha düz avlulara olanak vermiş. köyün doğal arazi yapısı Batı yönünde daha yüksek kotlarda yerleşime olanak sağlamış.Batı yönü, yani Polatlı tarafındaki azbarlar bu yüksek lokasyon sayesinde alçak arazilere göre çevreyi (ova, mera gibi) direkt gören bir lokasyona sahip olmuşlar. peki bu geniş panoramayı hakkıyla değerlendiren evler olmuş mu?

Bildiğim kadarıyla köyün girişinde, sol tarafta yer alan "Çerkez" evleri manzaraya yönelik olarak yapılmış. sonrasında "Bayırbaşı" dedğimiz yerdeki Mithat Akay'ın evini hatırlıyorum, orası düz bir azbarda, pek dışarıyla iletişim kurmayan bir avlu düzeni kurmuştu. Mustafa Amcaların evi en güzel manzaralı evlerden birisiydi. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama tam karşılarına köyün Doğu sınırındaki Yetkinlerin evleri geliyordu. güzel, geniş bir perspektivle tüm merayı gören sundurmalarında, bez koltuğa oturmuş Mustafa Amca geldi gözümün önüne. Sonrasında mevlüt (Kalkay) abilerin evi de biraz daha aşağıda olmakla birlikte güzel bir manzaraya sahipti.

sonrasında dedemlerin evi geliyor tabii. yukarıdaki resimden çok daha güzel görüntüleri çocukluğum ve gençliğim boyunca yaşadım ben. güneşin ilk doğuşuna şahit oldum, gece karanlığında ayı, yıldızları inceledim. uzaklarda belli belirsiz yanan Haymana ışıklarını izledim. Akırlı tarafına giden arabaların ışıklarını gördüm uzaktan da olsa.

olm, delimisin nerden geldi şimdi aklına diye düşünebilirsiniz; bu sabah Antalya'da otelin balkonundan uçsuz bucaksız denize, ufka bakınca geldi hepsi aklıma. Daha da yazacağım.
Devam edecek...