4 Şubat 2010 Perşembe

bakkal ritüelleri

Köyde "sosyalleşme" anlamında en popüler toplanma yeri ( geceler için söylüyorum tabii) Şepıyık ya da "Baco" nun -gerçek bir hizmet olarak kabul ettiğim- ticari işletmeleri idi. bu postla birlikte o güzel mekanlarla ilgili hatırladıklarımı aktaracağım.

Uğrak Bakkaliyesi : "Kayredin Abiy" ben bildim bileli bakkal dükkanı işletirdi köyde. sonraları bayrağı Şepiyık alsa da bizim için "tükancı" Kayredin abiydir. 24 saat hizmet esasıyla çalışan Kayredin abiyi (dükkanı kapatıp gitse de) çok defalar yatağından kaldırıp bira almışlığımız vardır. sonrasında şepiyıkla birlikte dükkanın idaresi değişmiş olsa da o büyülü mekandan aldığımız tatta bir değişiklik olmamıştır.

hatırladığım kadarıyla iki ayrı yerde hizmet verdi dükkan. birincisi köy girişinde, okulun köşesine gelmeden hemen yol kenarındaki yüksek tavanlı tek hacimli mekan. bir iki basamakla yukarı çıkılan, kapıdan girdiğinizde karşıda eski bir buzdolabı olan bu mekanda duvar diplerine meyve sandıkları üzerinde saman dolu minderler oturma grubunu oluştururdu. hemen kapının sol tarafında şepiyık'ın her daim oturduğu sandalye ve dar bir tezgah dururdu. tezgahın üstünde -galiba- eski tip bir terazi dururdu. iğreti bir raf üzerinde deterjan, şeker , çay gibi "bakkaliye" malzemeleri sıralanmıştı. bizim için "yaşamsal anlam" ifade eden bira şişeleri ise buzdolabının içinde sıra sıra yatardı. birası biten kalkar dolaptan bir tane daha alır, Şepıyık otomatiğe bağladığı bir hareketle elindeki çeteledeki adınızın karşısına bir çentik atardı. hesabını bir kere bile şaşırdığını bilmem. kendi hesabıma; içtiğim biraları gecenin sonunda ödeyip hesabı kapatırdım, buna karşılık köyün her daim sakinleri için kredili hesap uygulaması da sözkonusuydu tabii. yaş ve kıdem sırasına göre içeride oturulur; caş caşların sadece kapıdan bira alıp gitmelerine sıcak bakılırdı. tabi alkol sınırının aşıldığı sıcak muhabbet ortamlarında "gel yeğenim" diyip sizi de yanında oturtan büyük abiler/dayılar da olurdu bazı zamanlarda. ( Kani abinin bir gece beni ööle esir ettiğini hatılıyorum şimdi gülümseyerek...) sıcak havalarda hemen dışarıdaki toprak setin üzerinde de oturulurdu, ancak gelip geçenler nedeniyle pek tercih edilmezdi diye hatırlıyorum.

ikinci dükkan ise kendi evlerinin avlusundaki mekandı. cami ve etrafını bu vesile ile adım adım bilirdik, genellikle caminin içinden geçip dükkan tarafına giderdik çünkü. orası birinci dükkana göre daha basık ve içerde oturma alanı daha sınırlı bir mekandı. bununla birlikte, daha sota bir yerde olması vesilesiyle "kartların" tepkisini daha az çeken bir yerdi bildiğim kadarıyla.

köyün ikinci bakkalı ise "Yısıb Akay" ve "Baco'nun" mekanı olan "Durak Bakkaliyesi idi. orası nispeten daha muhafazar bir ortam sunardı köy halkına, hiç değilse gündüz vakitlerinde durum böyleydi. akşam olup ta gençlik sokaklara indiğinde ise orada da muhabbetin ve şişenin dibine vurulur; Erdinç / Müfit ikilisinin de topa girmesiyle sağlam geyikler çevirilirdi. hatırladığım kadarıyla Tuborgu Baco getiriyordu o zamanlar. "kırmızı" etiketlinini votkalı olduğu ve daha çok kafa yaptığı konuşulurdu aramızda.

oranın içerisi bir güzeldi ama daha iyisi dışarıda; kütüphane duvarına sırtını vererek telefon direği üzerinde oturmaktı. arada bir fazla sıcaklayan ya da sınırı aşan gider gürül gürül akan köy çeşmesinden elini yüzünü yıkar gelirdi. uzun geceler süren sohbetlere çeşme civarındaki kurbağa sesleri eşlik ederdi.

daha daha çocukken, henüz bira içmeye terfi etmeden önce "sarı" ve "kara" içmeye giderdik oralara tabii. Cola ve Yedigün'e ilaveten, Efsane gazozlar "Elvan" ve "Uludağ" içine atılan leblebi/nohutlarla birlikte fışkırtılarak içilirdi. detayını önceki bir postta yazmışım; buradan buyrun. bir de koyu renkli özgün şişeleriyle aroma vardı meyve suyu niyetine. "Karmen" diye iğrenç ötesi bir çikolata vardı, o dönemin şartlarına pek lüks sayılan. daha önceleri leblebi tozu satılırdı mesela, bir de şekerli leblebiler olurdu. elbette açık "püskivi" ve lokum da aldık oralardan. şimdi geriye dönüp baktığımda her iki dükkandan kalan belli belirsiz bir koku geliyor burnuma. Hay Allah!, bu akşamın atraksiyonu da belli oldu bu vesile ile...

çok uzaklardan, uzun zamanlardan selam olsun her iki "tükancımız" ve oğullarına!!!

3 Şubat 2010 Çarşamba

şubat tatili

iş güç derken epey zamandır yazamadım. hazır istanbul beyazlara bürünmüşken; hem de "şubat tatili" zamanıyken, aklıma çocukluğumun şubat tatilleri geldi. her sene gitmesem de iki-üç senede bir mutlaka giderdim. o günlerden aklımda kalanları yazacağım bu postta :

- soğuk, çok soğuk: hem de ööle bööle diil, çıplak ayakla evin soba kurulmayan bölümlerine bastığımda soğuğun oda zeminine işlediğini hissederdim. kuru soğuk, insanın burun deliklerini donduran temiz hava evlere yaklaştıkça kömür kokusuyla karışırdı.
- sucuk : bizim oraların sucukları pek güzeldir, baharatlı, acı, yağlı. soğuk kış sabahlarının sıcak soba yanındaki tadına doyulmaz kahvaltısının assolisti olurdu sucuk kızartması. orada yediğim sucuğun tadını arar dururum senelerdir, hiç bir zaman bulamayacağımı bile bile...
-kuzular : içeride 100 kadar koyun, onların ortama kattığı sıcaklık ve havasızlık bir yana, süt emme zamanı geldiğinde serbest bırakılan yeni doğmuş onlarca kuzunun canhıraş melemelerle annesini araması, bulduğunda inanılmaz bir hızla ön dizleri üstünde çömelerek süt emmeye başlaması unutulmaz bir ritüeldi. bir de çok küçük doğan kuzuların bir süreliğine evde, sobanın yanında bir karton kutu içinde yatırıldığını biliyorum hayal meyal...
-köpekler : sürüye çıkamayan irikıyım çoban köpekleri gece gezmelerinin korkulu rüyası olurdu. çok "yaman"ları genellikle bağlansa da gecenin bir vakti "azbar" girişinde epey tırstığım olmuştur. bir de dedemlerin köpekleri Mevlüt abilerin bahçede yatardı genellikle. karşaganın oradan dedemlerin azbara girişte - ki portakapı da denirdi- sesimi çıkarır, ben olduğumu belli etmeye çalışırdım. gene de elimde sopayı hazır tutardım sanki beni kurtaracakmışçasına... ( Ercan dayımın dediğine göre onlar zaten ayak sesimden tanırmış insanı)
- köy kahvesi :uzun kış günlerinde açılırdı kahveler. bir kaç sene Şepiyık'ın dükkanının yanında, arada bir maç yaptığımız yerde açılmıştı. kimler işletirdi hatırlamıyorum ama. biz genç yaşlarda oraya pek alınmazdık, veya herkes gittikten sonra içeride bir kaç zaman geçirdiğimizi biliyorum. bir senesi de köy kütüphanesi(!) içinde açılmıştı diye biliyorum. genellikle kağıt oynanırdı, batak gibi.bir de bizim oralarda "anastra" denirdi, 51'in değişik ve hammaliyeli bir vesiyonu. Okey de oynanırdı tabii ki.
- kabadayı : Allah rahmet eylesin, Remzi dayının bir gece vakti, kahvede sadece biz "caş caşlar" varken içeri gimesini, soğuk ve kardan bıyıklarının buz tutmuş halini ve bize olanca karizmasıyla "ketin catın iyinizde !" deyip mekanı kapatmasını hiç unutmuyorum.
- doyumsuz bakkal geceleri : soğuk kış geceleri genellikle Şepiyık'ın "Uğrak Bakkaliyesi"nde yapılan uzun sohbetler ve içilen biralarla sonlandırılırdı.bakkal ritüellerini ayrı bir postta yazacağım.
- ev gezmeleri : tabii ki kızların toplandığı; bizim de bir kıyısından dahil olduğumuz ev gezmelrinden bahsediyorum. yazın olduğu kadar sık ve rahat olmazdı ama gene de rutin köy günlerinin en güzel anlarıydı.
- bayırbaşı : oğuzların evinin arkasından, dereye doğru saman doldurulmuş çuvallar içinde kaymak muhteşem bir atraksiyondu. Courchevel halt etmiş; spor adına kış günü yapılacak en doğal ve masrafsız eğlenceydi. ( bir de yaz zamanı "kodalak"la oradan aşağı "uçtuğumuzu" hatırlıyorum, epey küçüktük o zamanlar.şimdi kodalak var, aşağı gidermisin deseler hadi len! derim)
- bütün güzel şeyler gibi şubat tatili de çok çabuk biterdi, soğuk ve karlı bir sabah, erken vakitte dolmuşa binip Susa'dan köye hüzünlü bir bakış attığımda boğazıma düğümlenirdi. sonrası genellikle Boğaziçi ekspresi ile İstanbul'a dönüş olurdu, yaşanmış güzel anların tekrar tekrar zihinde canlandırıldığı...